18 Eylül 2010 Cumartesi

ABD Gezisi, Ağustos 2010

20 Ağustos Cuma

11:35’teki uçağımızı yakalamak üzere, sabah erkenden, Batu ile birlikte yola koyuluyoruz. O kadar erken varıyoruz ki havaalanına, daha USA yolcuları için “özel” sorular soran “özel” güvenlik henüz gelmemiş. Oralarda bir yerlerde kahve içip bekleyişten sonra birinç olarak giriyoruz “özel” sorular kuyruğuna. Soruları doğru cevaplıyoruz, etiketler yapışıyor pasaportlara, bavullara, sağa,sola; sonra ekranda bilmediğimiz bir şey beliriyor, daha yetkili birilerine soruluyor, etiketler değişiyor, “Hayırdır?” diyoruz, “Yok bişiy!” diyorlar. Velhasıl, bavulları verip içeri giriyoruz. Lounge’da otururken, fazlaca erken, uçağa çağırıyorlar. Önce fazla aldırış etmiyoruz, ama anons ısrarla tekrarlanınca “Gidelim bari” deyip gidiyoruz. Bir bildikleri varmış netekim, uzun bir kuyruk, ahret soruları, özellikle bizim gibi check-in sırasında “random” olarak verilen “dikkat” damgasını yemiş zavallı yolcuların pasaport kopyası, genel çanta incelemesi vs… vize-pasaport kontrolünde ise hostes biniş kartlarımızı alıyor ve numaralarını değiştiriyor! Hohoyyyt… beklenen ama itiraf edilemeyen an: “Business”e terfi etmişiz!!! Bütün o sorgu suali unutuyoruz, içeri alınmak için geçen onca zamana, ağlayan, kıyamet koparan çocuklara, “önce engelliler ve çocuklular” denmesine rağmen kuyruğun en başına geçmeye çalışan turp gibi yetişkinlere filan aldırmıyoruz. Eh yerimiz belli, en son girsek ne olur!!! Yerleşiyoruz geniş, sağı solu yatan/kalkan, icabında masaj yapan koltuklarımıza, sağlı- sollu kırlentlerimizi de oturtuyoruz münasip yerlere, gelsin muhtelif yemek, içmekler… Biraz yemek, biraz uyku, biraz film seyretmece vs 11 saatlik rahat bir yolculuktan sonra Chicago O’Hare havaalanına varıyoruz. Saat öğleden sonra 4 (Üsküdar’da ise tam gece yarısı). Önceden aldığımız tüyo ve uçakta yayınlanan info’nun da yardımıyla havaalanından “blue line” trenini alıp Loop’a yakın bir yerlerde inip taksiye binme niyetindeyiz. Pasaport kontrolünden sorunsuz geçip, tren istasyonuna yöneliyoruz pek çok insan gibi. Son derece kolayca, bir trene yerleşip koyuluyoruz yola. Haritaya ve “saygıdeğer yön üstadına” göre Clinton durağında ineceğiz. İniyoruz da, yaklaşık 45 dakikalık bir yolculuktan sonra. Ama yeryüzüne çıkana kadar o koca çantaları taşımak biraz ölümcül oluyor. Murat yarı kalp spazmı geçiriyor hatta. Neyse yeryüzüne çıkıp bir taksiye atlıyoruz. Otelimiz Quarters Club, Wacker at Michigan. Bir booking.com klasiği! Odamız küçük fekat gayet merkezi, Michigan gölüne akan Chicago nehrinin hemen kıyısında. Valizleri bırakıp atıyoruz kendimizi ılık Chicago gecesine. Nehir kıyısında, Waker Drive üzerinde ufak tefek keşif denemeleri. Nehrin üzerinde iki kıyıyı bağlayan caddelerin devamı köprüler. Biraz ilerleyince köprülerden biri, hatta o bölgedeki yaya, araç tüm geçişler kapalı, ortam bir film platosuna dönüştürülmüş, etrafta az önce patlama olmuş efekti veren plastik dekorlar, spotlar, vs… “Transformers 3” çekiliyormuş, daha doğrusu film neredeyse bitmiş de, bunlar “fine tuning” çekimlermiş!!! Yine de heyecan verici…

Şehirde ilk dikkati çeken sağlı sollu müthiş gökdelenler… Mimarlar, mühendisler birbiriyle yarışmış adeta. Yaratıcılık son haddinde, hem modern olup, hem de bu kadar etkileyici mimari olabileceğini bu ana kadar düşünmezdim. Son derece estetik. Bir önyargı böylece kırılır!

Yemeğimizi yiyip yatmak niyetindeyiz. Önünden geçerken beğendiğimiz komşu otel 75’in caddeye kondurulmuş bistrosunda yemeğe karar veriyoruz. Sevimli bir garson bize servis yapıyor. Önce keyiflerin nasıl olduğunu soruyor tabii. Amerikalıların bu huyunu unutmuşum J Ayrıca çok uzun zamandır anadili İngilizce olan bir ülkeye gitmemişim. İnsanlarla konuşmaya başlamadan önce “cuspik ingliş” şeklindeki açılış cümlesini kurmamak tuhaf! Ben bir ıspanak salatası, Murat ise (içinde et, yumurta, mısır olan) cobb salatası istiyoruz. Murat bir cheesecake ile akşam yemeğinin kapanışını, cheesecake devrinin açılışını yapıyor. Uykumuz gelmiş, nedense!!!

21 Ağustos Cumartesi
Sabah erkenden bir helikopter sesi ve aşağıda caddenin kenarına park etmiş mebzul miktarda polis arabası! Köprüler açılmış, helikopter nehrin üzerinde bir aşağı, bir yukarı, köprülerin arasında gidip geliyor. Film çekimlerine devam! Sabah kahvaltısı bir önceki akşamdan garantili yer 75’te. Mükemmel bir Amerikan kahvaltısı; yumurta (Murat’ın yağda, benim scrambled), bacon, tost ve tabii ki kahve ve çay namütenahi! Kahvaltıdan sonra Chicago kültür merkezine gidiyoruz. Birkaç broşür alıp, bir-iki caz klübü yeri öğreniyoruz. Sonra da bir 7-Eleven’dan Memo’dan aldığımız telefon kartlarına kontör yüklüyoruz. Ve “Magnificent Mile” denen caddeye akıyoruz. 

Bu cadde aslında Michigan Avenue, üzerinde muhtelif “yüksek” binalar ve mağazalar var. Sağa sola uğraya uğraya Water Tower Place denen alış veriş merkezine giriyoruz. Birkaç dükkana girip çıkma, ilk alışverişler ve yola devam. Daha sonraki durak , John Hancock Center.


Burası 94 katlı, Amerika’nın 3. en yüksek binası ve daha önemlisi alt katta bir Cheesecake Factory var!!! Öğle yemeği için giriyoruz, sıra var tabii ki, 20 dakika veriyorlar. Çıkıp biraz vakit geçirelim diyorum, ama yerimizi başkasına verirler alimallah! İçerde bekliyoruz, vitrindeki muhtelif görünüm ve muhteviyattaki cheesecake’lerle bakışarak… Sonunda başka bir “sevimli servis görevlisi” bizi masalardan birine alıyor, menüyü getiriyor, hatrımızı sorduktan sonra. Ben Chicken Masala yiyorum (peynirli, mantarlı), Murat ise bonfile götürüyor.

Hala sabah kahvaltısını hazmedememiş olan ben bitiremiyorum. Murat ise “Cheesecake Devri”nin ikinci, Cheesecake Factory’nin ilk cheesecake’ini ısmarlıyor ritüel tadında… (ne çok cheesecake geçti bir cümlede!)

Daha sonra kulenin tepesine çıkmak üzere bilet alıyoruz, hatta bir de tekne turu için bilet alıyoruz. 94. kata 40 saniyede çıkıyoruz. Kulak zarları biraz hırpalanıyor normal olarak. 1127 ft’ten Chicago daha da güzel. Onlarca yüksek bina… Aşağısı bitmek bilmez bir uçurum gibi ama korkutucu değil.

Bir tarafta kocaman Michigan gölü, göle uzanan Navy Pier ve üzerindeki meşhur Ferris Wheel Bildiğimiz dönme dolap, ama dünyanın en büyüğü. 1893 yılında yapılmış, Eiffel kulesine nazire! Tek kelimeyle harika!

Aşağı iniyoruz, aynı hızla ve aynı kulak zarı zoruyla J Yine o bölgedeki Çağdaş Sanatlar Müzesine (Museum of Contemporary Arts) giriyoruz. İlginç!!! sergiler var, çağdaş sanatçıları ben pek anlayamıyorum, ama onların da bundan rahatsız olduğunu sanmıyorum. Alexander Calder örneğin, tavana terazi benzer bir “enstalasyon” yerleştirmiş. Bir ucunda koca bir kütük, diğer ucunda ise kırılmış dökülmüş ne kadar masa, dolap kapağı, tahta eşya varsa sarıp asmış! Nedir bu şimdi? Kültürler arası denge/dengesizlik mi? Ağaçtan faydalı malzemeler elde ederiz, ormanlarımızı koruyalım, ateşle yaklaşmayalım mı? Aşağıdan geçen talihsiz bedevi kafaya odunu yer mi?

Biraz yorulduk mu ne? Hem bedensel, hem de zihinsel (çok düşündük nitekim sergiyi gezerken!) Kıyıdan yürüme fikri biraz uzak geliyor. Doğruca otele gidiyoruz. Biraz dinlenip önceden planladığımız gibi Andy’s Jazz Bar’a gitmek üzere çıkıyoruz. Otele çok yakın, bir köprü + bir blok ötede. Otel gerçekten de çok merkezi, her yere yakın! Doğru seçim, booking.com’da yanlış yok! Andy’s hiç de fena bir yer değil, yemek de yiyoruz; etli salata, combo platter gibi bir şey. Diet Coke ve beyaz şarap.

 Dikkat, önemli not: buralarda Zero Cola yok, sadece Diet Coke var! Band gayet başarılı bir quintet. Ama 11 civarı fena uyku bastırıyor, band molaya biz otele. Dolunay’a 2 gün kala, nefis, ışıl ışıl bir Chicago akşamı… Güsel şehirmiş bu Chicago…

22 Ağustos Pazar
Bu sabah kahvaltısı hemen otelin köşesindeki Corner Bakery Shop’ta. Bol çilekli kıtır müsli, Murat Bey’e ayrıca köy usulü yumurta, bana ise çikolatalı muffin, bol çay - kahve… Hemen önümüzde Transformers 3 çekimlerine devam. Bir araba yanında simsiyah bir kamera arabasıyla ben deyim 18, sen de 22, en aşağı dünya kadar geçiyorlar caddeden. Zor işmiş bu prodüksiyon işi! Kahvaltı sonrası nehir/göl turumuz var, saat 10:30’da, dünden biletini aldığımız. Dokların orada beklemeye koyuluyoruz.

Tekne geliyor, tam içeri girecekken bilet kesen kişi “başka gemiye” diyor. O 10:00’un gemisiymiş! Başka doka geçiyoruz, Audrey adlı görevlinin de yönlendirmesiyle. Audrey, iri yarı, örgü saçlı bir zenci. Önce biraz savsaklıyor diye düşündüğümüz, ama sonra bize bir güzellik yapan ablamız! Başlıyoruz beklemeye Dok no:3’te, diğer talihlilerle. Bekleme sürüyor, tekne gelmiyor, Audrey geçtikçe yakalayan hesap soruyor, o da “eli kulağında” şeklinde geçiştiriyor. İşte savsaklama durumu burada ortaya çıkıyor. Saat 10:30 oluyor, geçiyor, gelen giden yok. Murat işe el koyuyor ve hesap sormaya gişeye gidiyor, yolda Audrey’e güsselce giydiriyor (bunu vücut dilinden anlıyoruz), oradan gişeye gidip oradaki görevliye de giydiriyor, tam da o sırada bizim tekne yanaşıyor. En ön saflardaki yerimiz, Murat gişeden geldiği için ve biletler de O’nda olduğu için en arkaya kalıyor ve tekneye en son biz biniyoruz. Ön tarafa oturmak mümkün olmuyor tabiatıylan! Biraz yol alıyor tekne göle doğru, vakit kaybettiği için nehirden önce göle gitmek gibi bir eğilim var.

Tam nehrin göle açıldığı kilit yerinde tekne duruyor. Prosedür gereği mi, arıza mı olduğunu anlamaya çalışırken, rehberimiz talihsiz tur sakinlerine bildiriyor: devam edemiyoruz, teknik arıza, geri dönüyoruz. İster paranızı iade alın, ister sonraki tura katılın! Thank you!!! Karaya çıkıp diğerleri gibi gişeye yanaşıyoruz, işte Audrey Özkıyak orada devreye girip bize hem paramızı iade ettiriyor, hem de öğleden sonra teknesine bilet veriyor. Budur! Bu durumda derhal önceden planlanan Field Museum gezimizi araya yerleştirebiliriz. 146 no.lu otobüse atlayıp müzenin önünde iniyoruz. Doğa tarihi müzesi, oldukça büyük. Girişte müze gezisine ilave 3 boyutlu Mamut (ve diğer tarih öncesi canlıların olduğu) özel gösterisine bilet alıyoruz. Eski Mısır, Çin, Okyanusya gibi medeniyetlerin olduğu bölümler, toprak altı deneyimi (toprak altını simule eden bir bölüm) karıncalar, solucanlar, kökler, vs arasında bir gezinti ve Mamutların tarih boyu serüvenini o dönemdeki diğer canlılarla birlikte sergileyen bölüm.


Bol fosil, dino iskeleti ve mamut, ayı, kaplan mumyaları arasında hızlıca geziliyor müze. Bu arada köpek ve kedi soyu canlıları da görüyoruz, bazılarına fena halde şaşırıyoruz. Örneğin tilki köpek soyu, bunu biliyor muydunuz? Ama sırtlan kedi soyu! Yaaa! Tekne turuna yetişmek üzere alelacele ayrılıyoruz. Güneş altında bir süre otobüs bekleyip, 146’la geri dönüyoruz. Turun başlayacağı yer Corner Bakery’e (dolayısıyla otele) çok yakın. Saat 2 olmuş malum, bir sandviç alıp tura katılmak niyetindeyiz. Baconlı, domatesli sandviçlerimizi alıp, yolda kadim arkadaşımız Audrey’e selam çakıp, geçiyoruz teknemizde ön taraftaki sıralardan birine. Tur başlıyor, teknede sorun yok neyse ki, önce nehirden içerlere gidiyoruz. Rehberimiz sağlı sollu devasa binaları açıklıyor bir-bir



Cephesi koyu renk camla kaplı, 3 kademede gökyüzüne yükselen Trump Tower, Chicago Tribune Building (Clark Kent burada mı çalışırdı?), NBC binası, Swiss Otel, Willis Tower (yani şu meşhur Sears Tower, hani Petronas Kuleleri’nden sonra dünyanın en yüksek binası olma şanını kaybeden, hatta Taipei 101 inşa edildikten sonra üçüncü sıraya düşen) gibi pek çok yüksek binanın arasından geçiyoruz. Her biri de son derece güzel mimariye sahip, tasarım harikaları.

Bir yerden sonra dönüp Michigan gölüne yöneliyoruz. Nehrin göle açıldığı yere gelince tüm diğer tekneler gibi “kilit” tabir edilen gölün nehre akışını engelleyen bölüme girip, düzeneğin çalışması için bir süre bekliyoruz. Önümüz açılıyor ve deniz benzeri göle çıkıyoruz Navy Pier’in yanı sıra. Chicago’nun gölden de görünümü muhteşem. Gökdelenlerin ve rüzgarın şehri…



90 dakikalık turumuz sona eriyor. Otelde biraz dinlenip yarın havaalanı yolu için Loop’ta en uygun “blue line” istasyonunu tespit ediyoruz önce ve sonra Millenium Park’a yürüyoruz. Loop, downtown Chicago’da tüm trenlerin döngü yaptığı kare şeklindeki bölge. Caddelerin üzerine kurulmuş bir demir ağ. Bu bölge fazlasıyla gürültülü normal olarak! Millennium Park, içinde büyük bir gösteri alanı (sahne ve oturma düzeni olan), insanların yayıldığı yeşil alan ve çocukların oynadığı, iki tarafında üzerinde hareketli iki portre bulunan platformların arasında bir ıslak alandan oluşuyor.
                                                                  



Bu iki platform üzerindeki yüz siluetleri zaman zaman gülümsüyor, zaman zaman da ağzından su fışkırtıyor. İşte o an çocukların coştuğu an. Fıskiyelerin altına giriyorlar, sularda yuvarlanıyorlar, serinleyip acaip eğleniyorlar. Uzunca bir süre onları izliyoruz. Bir de minik sincap çıkıyor karşımıza, çiçek tarhının yanından. Bulduğu yiyeceklerin bir kısmı toprağa gömüyor önce, kalanını da yiyor gözümüzün içine baka baka. Hiç korkmuyor namussuz. Canlı bir çizgi film karesi gibi J


Oradan iki büyük sanatçının Chicago sokaklarına armağan ettiği 2 heykeli görmek üzere Loop’un içine dalıyoruz. Bunlar Picasso ve Miro’nun heykelleri. Picasso’nun Baboon’unun üzerinden çocuklar kayıyor, az ilersinde de yer fıskiyeleri var, sıcaktan bunalanlara!


Önümüze çıkan Elephant and Castle restoranında yemek yiyoruz. Birer quesadilla yiyoruz fena değiller, ayrıca Murat Bey’e iki dilim brownie arası dondurma sandviçi. Pek beğenilmiyor ve bitmiyor zaten. Cheesecake’in ahı mı? Doğruca otele gidiyoruz. Yarın sabah erkenden San Francisco’ya yolculuk J


23 Ağustos Pazartesi

Sabah 6:30 gibi ayrılıyoruz otelden. Önce taksiyle State/Lake istasyonuna, oradan da mavi hatla O’Hare havaalanına kolayca ulaşıyoruz. American Airlines bankosuna check-in yaptıktan sonra bol vakit var uçuşa. Bu arada AA'ın kargoya verilen kişi başı ilk bagaj için 25 USD, ilave her bagaj için de 35'er USD ödendiğini de belirtmeden geçmeyelim! Kahvaltı için yer ararken Puke’s diye bir havaalanı kahvaltıcısını gözümüze kestirip giriyoruz. O cenahtan gelen nefis kokuların da bunda etkisi var tabii J İkimiz de waffle ısmarlıyoruz, üzerinde çilek, muz ve tabi ki maple şurubu! Rötarsız bir uçuşla 13:00 gibi San Francisco havaalanındayız. Information’dan otele nasıl gideceğimiz konusunda bilgi ve MUNI denen belediye vesaitlerine 3 günlük sınırsız biniş için “pasaport” alıyoruz. Buna şu meşhur “cable car”lar da dahil J Otele shuttle ile gitmeye karar veriyoruz. Dışarısı inanılmaz sıcak. Bu yaz hiç ısınmamış hava S. F’da, ta ki o güne kadar! 90 olacak diyorlar ki bu bizim hesap 32 – 33 derece demek! Minibüsün kliması doğru dürüst çalışmıyor. İçersi sauna gibi. Şoför bir açıyor, bir kapatıyor klimayı otele gelene kadar. Bahşişi de unutuyor bu suretle tabii! Otelimiz 899 Pine street’de (burada street, ştriit diye telaffuz ediliyor!) Mason’la Powell arasında Grosvenor Suits. Yine bir booking.com organizasyonu. Odamız 17. Katta, SF ayaklarımızın altında, büyük bir suit daire. Yatak odası, salon-salomanje, mutfak içerde. Hiç fena değil. En iyi tarafı da Powell – Mason cable car hattına 2 adım olması. Bavulları odaya atıyoruz, kendimizi de SF’nun yokuş-inişlerine!

Sıcağın hatırı sayılır, hatta eli öpülür! Cable car durağı otelden çıkıp sağa doğru biraz yürüyünce. İlk olarak Embarcadero’ya gitmek istiyoruz, Ferry Building’i göreceğiz, Hog Island Oyster Co‘da istiridye yiyeceğiz. İlk cable car deneyimimiz başlıyor böylelikle. Atlıyoruz gelen ilk tramvaya tıklım tıkış görünse de. Aslında işin raconu bu. Hatta mümkünse içerde değil yanlardaki direklere asılıp gidiyor görüneceksin. İki kişi idare ediyor aracı, biri ortada, uzun kolları aracı yerdeki kabloya bağlamak için kullanıyor, diğeri arkada frenci ve bilet kesiyor duruma göre. Kesinlikle kol gücü gerektiren bir iş. Bir de insanlarla dalga geçip, kafa buluyorlar yan iş olarak J. Hemen hepsi zenci ve gırgır tipler. Bir nev’i showmen bunlar! Embarcadero bu hattın limandaki son durağı. Embarcadero – Fishermen’s Warf arası yürüme yolu, aynı zamanda F Line otobüs hattı çalışıyor. Önce Ferry Building’i şöyle bir geziyoruz. İçerde peynirci, ekmekçi, şarapçı, mantarcı, sebze, meyve satan yerler. Tam bir pazar görünümü. Burada organik mallar çok önemseniyor olacak ki heryerde bir “organic” lafı var! Kısa bir turdan sonra acıkmış midelere oyster sunmak için, meşhur oysterci Hog Island Oyster Co.da konuşlanmak üzere bekleme listesine yazılıyoruz. Burada iyi restoranlarda hep listeye yazılınıyor ve sıra bekleniyor. Ama sıra da söylenen zamanda geliyor. Fazla beklemeden oturtuluyoruz dışarıda bir masaya. Bir düzine ortaya karışık oyster istiyoruz, biraz yeşil salata, diet Coke ve köpüklü pembe şarap. Ekmek de nefis! Güneş ısıtıyor, insana iyice alışmış güvercinler burun dibimize kadar geliyorlar … Oysterler “lüp, lüp” diye iniyor midelere.

Ama pek doymadık ne çare, özellikle de istiridye meraklısı olmayan ekibin diğer yarısı. Çıkıyoruz F line’a atlayıp doğru Fishermen’s Warf’a… Şansımıza üstü açık, turist otobüsü gibi bir tramvay bu kez bizi alan. Kıyı kıyı yol boyunca muhtelif Pier’lerden geçiyoruz. En civcivlisi Pier 39. Oraya ayrıca gidip vakit geçirmek lazım. Not alalım.






Sırada karnı tam doymamış olanları meşhuuur Ghiardelli dondurmasıyla kandırmaca var. Biraz yol yürüyüp, oldukça da dik bir yokuş çıkarak ulaşıyoruz hınca hınç dolu dondurmacı/çikolatacıya. Birer Sundae Chocolate Fudge istiyoruz, waffel içinde hem de. Paramızı ödeyip, numaramızı alıp bir masaya ilişiyoruz hem yorgun hem argın. Heyecanla beklenen dondurma geliyor, ama umulduğu gibi çıkmıyor L Epeyce önceden çikolataya banılmış waffel kıtırlığını kaybetmiş, kopmuyor bile. Dondurma ise çok sıradan. Olmamış, “eksi” alır bizden Ghiardelli, çikolatasını tatmıyoruz bile yolculuk boyunca, ceza verdik!

Çıkıyoruz oradan, aşağı kıyıya doğru iniyoruz, oysterle doymamış, dondurmada aradığını bulamamış bünyeler bir sandviç peşine düşüyor. Yine meşhuuur ekmekçi Boudin’de konuşlanılıyor bu kez. Hem biraz soluklanmak, hem de grubun aç olan yarısına sandviç tedarik etmek üzere. Bu Boudin denen yerin ekşi maya taş fırın ekmeği pek bir ünlü! Aynı zamanda buraların vazgeçilmez deniz ürünü dev yengeç “crab”le ve bir cins midye “clam”le hazırladıkları ve yuvarlak bir ekmeği oyup içine doldurdukları çorba! Herkes elinde bir ekmek çanağı dolusu çorbayla geçiyor. Eh insanın canı çekiyor tabii! Biz yengeçlisinden isteriz ama onu yukarı katta bistroda servis ediyorlarmış. N’apalım, çıkıp bir tadalım. Yine çok sevimli ve kibar bir servis görevlisi var karşımızda. Veriyoruz çorba siparişini.

 Nefisss s’si uzatılmış tek kelimeyle. Bunu bi daha yemek lazım gitmeden! İyice yorulmuşuz, ayrıca 2 saat eklemişiz Chicago saatine, bu Üsküdar’la saat farkı 10’a çıktı demek! Önce F Line durağında otobüs beklemek gibi şuursuz davranış, zihne dolan ani küşayişle taksiye atlamaya dönüşüyor. Hop güm oteldeyiz. Haydi bakalım uykulardayız.
24 Ağustos Salı


Sabah erken uyanıyoruz, ABD içi hafif jetlag sanki! Otelde kahvaltı var ama çok zayıf! Bizim elimiz çıkar güzel bir kahvaltıcı bulur bi koşu. Atlarız tramvaya ineriz Union Square’e. Aslında kahvaltıcı bulmaktan daha önemli iki misyonumuz var: 1) internet marifetiyle dünden yeri tespit edilen Cheesecake Factory’e gidilecek, 2) Snoopy baskılı t-shirt satın alınacak! Önce Cheese Cake factory aranıyor, bulunamıyor, soruluyor ve Macy’s binası, en üst katta olduğu öğreniliyor. Heyhat Macy’s de saat 10’da açılıyor. Saat henüz 9! Öyleyse bir kahvaltıcı bulunacak önce. Union Square’e inerken grubun o kadar da cheese cake meraklısı olmayan bölümünün gözüne takılan Lori’s Diner’a giriliyor. 50’lerin dekoruyla, eski Amerikan filmlerinde gördüğümüz bistrolardan: bir yanda bar, diğer yanda karşılıklı kırmızı koltukların arasında masalar, juke-box’lar, içerde bir motosiklet, bir Chevrolet, birazdan James Dean kapıdan girecek neredeyse… Serviste de atmosfere uygun orta yaş üstü teyzeler. Tam bir Amerikan sofrası!

Biz de tam bir Amerikan köy kahvaltısı istiyoruz ortamı bozmamak için: scrambled yumurta, bacon, pancake, maple şurup, patates! Kahve ve çay da tabi! Hani bittikçe teyzemin doldurduğundan… Sıkı bir kahvaltıdan sonra “misyon 1” için Macy’s e… Taze açılan mağazaya girip doğruca en üst kata çıkıyoruz, görevlilerden sonra ilk giren biziz ama o da ne; 11’de açıyorlarmış fabrikayı!!! Eh biz de “misyon 2”ye yatay geçiş yaparız n’apalım. 2 gruba ayrılıp araştırmaya koyuluyoruz, grubun başka şeylerle ilgilenen bölümü ayakkabı, elbise gibi daha dünyevi alanlara dalıyor. Sonra telefonlaşılıp tam 11’de o mübarek asansörün kapısında buluşuluyor, yukarı çıkılıyor. Adımız yazılıyor listeye, terasta oturacağız. Oturtuluyoruz masamıza ve sipariş veriliyor: Murat Bey “coconutlı - çikolatalı”, bendenizse taze çilekli “the original” istiyoruz. Hava felaket sıcak. Bol kremalı cheesecakeler geliyor.

Murat Bey’in biraz midesi ağrıyor ama yanımızda Talcid var, derhal önü kesiliyor ağrının. Biraz fazla mı geliyor bu tatlılar ne? İçimiz bulanıyor. Bu kadar cheesecake yeter. Ara verilecek New York’a kadar! Sonra atıyoruz kendimizi aşağı Market ştriite. Birkaç mağaza bakıyoruz, “misyon 2”yi yerine getirmek üzere. Hüsran! Sonra oradan geçen F Line’a atlayıp Fishermen’s Warf’a, oradan da münasip otobüslerle Golden Gate köprüsüne gitme niyetindeyiz. Otobüs şoförünün de yönlendirmesiyle önce bir otobüse binip Chestnut durağında ineceğiz, oradan da 76’ya binip Golden Gate’e ulaşacağız teorik olarak. Chestnut’a rahat geliyoruz pratikte de ama sonrası bir eziyete dönüyor. Önce 76 no.lu otobüsün geçtiği durağı bulmak (ki 35 derece sıcakta çok uzun yürüyoruz), sonra da bulduğumuz gölgeliği bile olmayan durakta, ağaç gölgesinde yaklaşık 1 saat otobüs beklemek!!! O sırada yol sorarken öğrendiğimize göre 28 de oraya gidiyor. Hiç 76 geçmiyor, ama sonunda bir 28 geliyor, buralarda böyle sıcak olağan olmadığı için otobüslerde klima filan da yok. Buğulama kıvamında gidiyoruz Golden Gate’e doğru. Tıklım tıklım dolu otobüste bir şey de göremiyoruz, sadece gidiyoruz işte kan ter içinde! Hiç inmeden geri basıyoruz, bir müddet gidip, tanıdık Geary durağını (Cheesecake Factory bu caddede mukim netekim) görünce de kendimizi dışarı atıyoruz. Berbat bir deneyim!
Buradaki tüm otobüsler (tur otobüsleri dahil) çok eski araçlar. Nasıl hala yol alabiliyorlar hayret verici? Bir de çok fazla limousin var çevrede. Arada promosyon da yapıyorlar. Bir keresinde durakta bekleyen 6 – 7 kişilik bir hatun grubunu adam başı 5’er dolardan aldı bir tanesi. Hatunlar havada atladılar limoya J



Bir cable car’a atlayıp otelin bir blok üstündeki Masonic Center’a gidiyoruz bu kez (bucket list’e bir çizik atmak üzere). Görevliler burada loca toplantısı olmadığını, kütüphane olarak kullanıldığını söylüyor.

Otele dönüp biraz soluklanıyoruz. Ortalık yanıyor! Herkes sıcaktan bahsediyor. Hatta metro sistemleri BART bile arızalanmış alışılmadık bu sıcaktan. Çevredeki herkes havadan bahsediyor sürekli, kendimi Almanya’da hissediyorum J

Akşam üstü yine Fishermen’s Warf’a gidip biraz gezeceğiz ve ağız tadıyla deniz mahsulleri yemeye niyetimiz var. Çıkıp bir kabloluya atlayıp, kolayca varıyoruz F.W.’a. Artık caddeleri de öğrendik iyice. Biraz geziniyoruz, turistik eşya satan dükkanlara girip çıkıyoruz, Batu’ya, Yalın’a birer Route 66 t-shirtü alıyoruz. Pier 39’a kadar yürüyoruz. Hala çok sıcak. Pier 39 çok renkli ve çok kalabalık.

Çeşitli yiyecek satan yerler, cafeler, restoranlar, giysi, ıvır-zıvır mağazaları heryerde, eğlenceli bir yer. Aradan okyanus rüzgarı alan bir yerde oturuyoruz bir müddet.

 Sonra California şarapları tadımı da yapılan bir wine house buluyor grubun şarap meraklısı bölümü, hem de deniz kıyısı, serin. Önce Monterey yöresinden bir beyaz şarap, sonra da Sonoma bölgesinden bir Chardonay ki gerçekten çok iyi, peynir tabağı eşliğinde itina ile imha ediliyor. Fakat şuncacık peynir, bir lokmacık ekmekle kim doyar? Hele akıllarda bir gün öncenin ekmek içi crab çorbası varken! Gökte de tabak gibi dolunay, bu durumda hadi bakalım Boudin’e bir tur daha! Bu kez önce bir de “garlic fries” istiyoruz. Sarımsaklı, ince kesim patates tava. Pek leziz... Sonra da crab çorbası, ekşi maya taş fırın ekmeğini bandırmak, hatta çorba bitince ekmek kasesini bizzat yemeye çalışmak suretiyle midelerin en müstesna köşesinde yerini alır… Hafiften demir almak zamanıdır, yarı güneş çarpmış bünyeler için. Ayaklarımızda kara-sular, cable car’ın çınçınları, çevremiz Fransız, Alman, biraz sonra oteldeyiz.


25 Ağustos Çarşamba

Bugün fazla yormayan bir program yapacağız. Kahvaltıyı otelde alıyoruz ve Union Square’e doğru yollanıyoruz. Biraz mağaza bakıp “misyon 2”ye devam. Dünden tespit edilip, önce çok beğenilmeyen, ama daha iyisi bulunamayınca kıymete binen Peanuts t-shirt alınacak. Alınıyor. Biraz daha mağaza gezilip, "Hop on – Hop off" tur almaya karar veriliyor. Hem şehri, hem de Golden Gate’i gezdiren bir tur bu. Bileti satan çocuk yaklaşık 2 saat süren turu önce tamamlamamızı, sonra istediğimiz yerde inip , istediğimiz kadar gezip başka otobüse binmemizi (yani hopin – hopbini) öneriyor. Öyle de yapıyoruz. Üstü açık, 2 katlı eski bir İngiliz otobüsü bu. Çok şeker, tam güneyli aksanıyla konuşan bir zenci şoför/rehberi var. Adam gerçekten iyi, çok esprili bir dille anlatıyor geçtiğimiz yerleri. 1906 yılındaki büyük San Francisco depreminden söz ediyor sürekli. Taş taş üstünde kalmamış. Tam gece yarısı başlayan ve 40 saniye süren depremden sonra çıkan yangınlar, esas yıkıma sebep olan. O tarihten beri de itfaiyeciler çok itibar kazanmış bu şehirde.

Cable Car sistemini de 1800’lerin sonunda, dönemin valisi, atlar artık yokuş çıkmada iyice zorlanır olunca, kurmuş. Aynı sistem dünyada bir de Yeni Zellanda’da varmış. Geniş bir şehir turu yapıyoruz, Amerikada’ki en büyük Çin mahallesi buradakiymiş. Hatta Çin'den sonra en geniş Çinli nüfus barındıran yer buradaki China Town’mış. İtalyanların yoğun olduğu North Beach’ten de geçiyoruz. SF zenginlerinin yaşadığı Pacific Heights’ten de. Mimari açısından Chicago ile taban tabana zıt. Buradaki evler iki – üç katlı, gökdelen parmakla sayılacak kadar az. Deprem kuşağı tabii! Bir de Palace of Fine Arts, denen bir yerden geçiyoruz, eski Roma mimarisi çakması, masalsı görünümlü bir yer. Buraya piknik yapmaya de gelirlermiş. Rehberimiz Dave’e göre “holding hands, kicking cans” durumları J

Daha sonra da vuruyoruz Golden Gate’in yollarına. Müthiş bir rüzgar köprü öncesi, köprünün üzerinde daha da artıyor şiddeti rüzgarın. Bütün şapkalar çıkıyor başlardan, kimse Pasifik’e kurban vermek istemiyor tabii! Golden Gate kırmızı boyalı ama güneş ışığı vurduğunda okyanusa altın rengi yansırmış!      
Biz görmedik, gören vardır herhalde! Geri dönüş başlıyor, köprü üstü rüzgar dayanılmaz keskin, başladığımız yere Union Square’e dönüyoruz. O da ne? Karnımız acıkmış! Bu kez yine Lori’s Diner’a caddenin biraz daha aşağıdaki şubesine giriyoruz. Birer burger söylüyoruz “once upon a time in America” tadında… Sonra Hopbin yapıp China Town’a gidiyoruz bir Çin deneyimi olsun diye. Muhtelif jade, hediyelik eşya, ıvır-zıvır dükkanına girip çıkıyoruz. Murat’a göre bir nev’i Tahtakale burası. Yoksa Tahtakale mi bir China Town olmuş zamanla??? Artık otele dönme vakti. Biraz istirahat… Hava da serinlemeye başlıyor artık. Bu akşam meşhur dev yengeç Dungeness Crab yemeye Alioto’nun yerine gideceğiz. San Francisco’da son gecemiz L



Yine bir kablolu alıyoruz, bu kez asılma sırası bizde, vatman da çok komik! Genç Alman çiftle son durağa kadar dalga geçiyor. Fransız gençlerle resim çektiriyor. Hava iyiden iyiye serin. Yürüyoruz Alioto’ya kadar. Alioto’lar Sicilyalı (muhtemelen emekli mafya) bir aile. Burada iki nesil valilik yapmış aile büyükleri. Lokanta da 80 yıldan fazladır serviste. Biraz Saray – Topbaş hikayesi benzeri mi ne? İçeride bekleyen çok. Tecrübeli Tarabya garsonu benzeri bir amcanın listesine isim yazdırıyoruz. Ciddi amca 20 dakika zaman veriyor. Arada bizden önce gelenleri masalara alıyor, ciddiyetsiz olanları da bir güzel azarlıyor! Neyse azar işitmeden masamıza geçiyoruz. Bilgiç, yaşlı Tarabya ya da İtalyan garsonu benzeri servis görevlisi siparişimizi alıyor: kalamar tava, körfez karidesi ile başlayacağız ve üstüne sebebi ziyaretimiz “dungeness crab”, Chardonay ve Diet Coke eşliğinde, ekşi maya ekmeği de unutmayalım. Muratcım ben yengeç seviyorum diye büyük bölümünü bana bırakıyor dungeness’in. Afiyetle bitiriyorum. Ve otele dönüyoruz bir kabloluya atlayarak, serin hava soğuğa dönmüş artık!



San Francisco yarı beline kadar sislerde, biz ise yarın New York, New York!



26 Ağustos Perşembe

Sabah bavullar toplanıyor, bir gün önceden ayarlanan shuttle’la havaalanına gidiyoruz. Check-in Chicago’dakinden daha kolay ve hızlı. Yine fazla "vakitli" gelmişiz, kafelerden birinde çay-kahve içip vakit öldürüyoruz. Uçağımız 11:45’de, vakit gelince 66 numaralı kapıya ilerliyoruz ama uçak kapısındaki arızadan dolayı düzenli olarak 15’er dakika, daha sonra da 1 saat öteleniyor kalkışımız L Bu arada ortalıkta dolaşan biri Çinli muhtelif ufaklıklara bakıp oyalanıyoruz.
Nihayet uçağa çağrılıyoruz. Çinli ufaklık ve annesi önümüzdeki koltukta tesadüfen. Bize yol boyu cilve yapıyor. 6 saat sonra NY JFK havaalanındayız. NY gökten de ışıl ışıl...

Saat NY’da 22:00! Çantalarımızı alıp bir taksiye atlıyoruz doğruca otele. Otelimiz haftalarca önceden ayrılmış, arada aranıp teyid edilmiş Grand Union; dönem dönem PB taifesinin kaldığı, 2 sene önce de Murat’ın kaldığı otel burası. Yeri oldukça iyi Park – Maddison arası 32. Caddede. Ama odalar o kadar değil! Önce odaya girince sinmiş bir sigara kokusu, ama non-smoking odaları yokmuş! Gecenin bir yarısı cebelleşme istemiyoruz. Yarın bizim adam “Jack the Uğur” gelince ona yanarız derdimizi. Yatağı açıyor grubun “gıcık” bölümü; yatak temiz değil mi ne? Çarşaflar değişmemiş gibi!!! Derhal önlem alınıyor, yastık kılıfı olarak bir t-shirt geçiriliyor, battaniye de Murat’ın sweat shirt’ü! Yatak çarşafı ile minimum temas! Nasıl olacaksa? Gece pek uyunamıyor bu stresle tabii! Stes sahibi kişi konuşsun, grubun kalan %50’si mışşş…


27 Ağustos Cuma (mübarek gün!)
Sabah oluyor neyse, bu kez de duşun bir felaket olduğu keşfediliyor, hem çok az akıyor hem de kafasına göre bi sıcak bi soğuk. Aşağı inip Jack of Uğur bulunacak, derdimiz anlatılacak. Hatta başka bir otel mi bulsak? Çok yayıldık ama saniyede toplarız hiç mühim değil! O sırada temizlikçi teyze geliyor. Teyzeye bütün çarşafları değiştirmesini söylüyoruz, yatağı, havluları, hatta mümkünse perde ve halıları. Kadın tuhaf tuhaf suratımıza bakarken Murat bir 10’luk toka ediyor kadıncağıza. Budur! Halı ve perde hariç her şey değişiyor. Yeni battaniye, kılıflar, havlular… Camlar zaten sonuna kadar açık. İçimiz biraz rahat, aşağıda Uğur the big Jack’le müşerref oluyoruz sonunda. Odadan söz ediyoruz, “değiştirelim ama sigara içilmeyen oda yok, alt katta duş daha iyi olabilir” diyor. Oda o kadar temizlenmiş, yazık şimdi, bir-iki gün sonra diyoruz, ama duşa biri baksın yine de! Fışkırıyoruz NY sokaklarına.


Benim aklımda kahvaltı, Murat nedense hiç oralardan gelmiyor. Sağa sola yürüyoruz, kahvaltı edecek bir yer??? Neyse “Cafe M” diye bir yer gözüme çarpıyor. Murat’ın çok içine sinmese de itiraz etmiyor, giriyoruz. Acıktık yaw! Fransız işletmecisi olan küçücük bir yer. Birer croissant yiyoruz, ben bir de “chocolate devil” cup cake’le taçlandırıyorum kahvaltımı. Hayret Murat keklere pastalara yan gözle bile bakmıyor, hasta mı acaba? Çıkıp bir metro istasyonuna giriyoruz, haftalık kart alıyoruz. Önce Lexington’a gidiyoruz, bana biraz nostalji olsun diye. Sonra bir otobüsle Village’e gitmeye karar veriyoruz. Atlıyoruz bir 103’e, Soho civarı iniyoruz. Biraz dolaşıyoruz sağa sola… Piccolo Italia’ya giriyoruz.

Mulberry caddesi, her iki tarafta İtalyan lokantaları. Hemen hepsi dolu. Birine giriyoruz, Il Palazzo; Linguini ai Gamberi ve Fettucini Alfredo ısmarlıyoruz, beyaz şarap ve Diet Coke! Zero marketlerde, deli’lerde satılıyor bi tek! Biraz suratsız bir garson servis yapıyor, İtalyan lokantasında İtalyan hariç 99 milletten adam çalışıyor! Burası New York! Çıkıp Soho’ya doğru seğirtiyoruz. Sağda solda mağazalara giriyoruz. Ivır-zıvır, t-shirt vs… dolaşıp duruyoruz, arada su, kahve içmek bahanesiyle ama esas nefeslenmek için oturuyoruz. Sonra yürüyerek Brooklyn köprüsünü geçmeye karar veriyoruz. Aynı karara varmış insan seline dalıyoruz. Epey yolmuş! Ama geçiyoruz foto çeke çeke karşıya.



Bu arada “nereden bir metroya biner de geri dönebiliriz”in hesaplarını yapıyoruz. O vesile ile de yürüdükçe yürüyoruz. Fulton Mall diye bir yer görüp haritada oraya gideriz, hem de ihtiyaç molası olur ümidiyle. Ama buralar çok da şahane yerler değil, Fulton Mall denen yer Ümraniye alış-veriş caddesi benzeri bir cadde ve etraftaki tek beyaz biziz. Çok da debelenmeden bulduğumuz ilk metro istasyonuna girip dönüyoruz. Yolda bir deli görüp içerden salata alıyoruz, su, cola, şeftali… otel pikniği için J salatalar kötü!

Tespit: Burada yiyeceklerin görünümü çok güzel ama tadı plastik! 20 yıl önce de böyleydi hala böyle! İnsanlar organik yiyeceğe sardırmış, yurdum insanı entel kesim gibi! Ama nerde yurdumun salatası, sebzesi, meyvesi, eti, balığı! Neyse…

Yatak temiz, koku bütün gün açık kalan camlar ve aynı anda işlevde olan AC’dan dolayı hafiflemiş, hatta duşun kafası bile değişmiş, bize düşen yatıp zıbarmaca!


28 Ağustos Cumartesi



Sabah kalkıp otelin hemen yanındaki Türk işletmesi Kaptan’ın Kahvaltı Sofrası’nda yemeyi reddedip, atlıyoruz metromuza, istikamet Meatpacking! Burası son zamanları gözde mekanı, bi nev’i Cihangir! 14. Caddede iniyoruz, içerlere yürümeye başlıyoruz, Soho kesişimindeyiz, Abington meydanında, bir organik pazar kurulmuş, köpeğinin tasmasını yakalayan domates, biber almaya gelmiş. Bu organik pazarlardan daha sonra da karşımıza çok çıkıyor. Amerika insanı kendini organiğe vermiş (bizcileyin)! Bu da önemli tespitlerden biri olarak sıraya girsin lütfen. Aç-bilaç sağa sola bakınırken köşede bir kafe görüyoruz, Murat pek yanaşmasa da o tarafa doğru çekiştirilmek suretiyle sürükleniyor çaresiz. Bus Stop Cafe, önündeki küçük verandaya da masa koymuşlar, ama yer yok haliyle, içeri geçip oturuyoruz. Ben scrambled egg + Bacon, Murat omlet söylüyoruz çay ve kahve eşliğinde. Hiç de fena değil, kafenin diğer sakinleri de gayet düzgün, biz çıkmadan yan masaya çok süslü bir teyzemle, kocası geliyor. Hafifçe gülüşüyoruz, tanışıyormuş gibi. Unutmuşum, burada insanlar tanımadıklarına da gülümser, selam verir, hatır sorar. Çıkıyoruz, istikamet; Meatpacking district, ah bi de hangi cenahta olduğunu bilsek! Sağa sola bakınırken, yoldan geçen geçkince fakat bakımlı teyzemle köpeğine rastlıyoruz ve soruyoruz “burası Meatpacking derler yer midir?” teyzem “Nooo!” diyor, “Allahtan ki değil!”, bize yolu gösteriyor o sırada yanına gelen arkadaşlarından da yardım alarak, bu arada bir de “high line”a gidin mutlaka diyor! Meatpacking – Chelsea tarafına yöneliyoruz, daha önce gördüğümüz Apple mağazasını bir tavaf etmek ve Chelsea Market denen yeri keşfetmek üzere. Apple’da birer iPad bulup 2. Geleneksel Facebook durum mesajımızı yazıp, aleme nerde olduğumuzu duyuruyoruz. Sonra da Chelsea Market’a giriyoruz. Burası alt katta birkaç butik ve muhtelif yeme-içme (gurme) dükkanlarının olduğu eski bir depoyu, hatta kesimhaneyi andıran yer. Dehliz gibi içerilere ilerliyoruz, bir Sarahbeth’s Bakery bulup içeri giriyoruz. Murat Bey’e bir chocolate truffle yakıştırılıyor, bana ise rasberry –banana muffin, çay ve kahve ile bittabi! Çok da memnun kalmıyoruz yediklerimizden ama maksat “bucket list”te biriken chek’ler!!!


Biraz daha sağa sola bakınıyoruz, birkaç foto çekiyoruz. Önce karşımıza çıkıveren bir Oakley mağazasına giriyoruz. Batu Bey’in siparişini incelemek, alınabilecek bir şey mi bakmak üzere. Çılgın! Sonra şu “high line” derler yer nasıl bir yerdir bakalım görelim diyoruz ve nehir tarafına ilerliyoruz. Yolun üstünde gördüğümüz uzuuun bir köprüyü andıran yer o olsa gerek! Gerçektende yaklaşınca orası olduğunu anlıyoruz (bu Amerikalılar hiç bir şeyi şansa bırakmıyorlar, açık ve net yazıyorlar her bir şeyi) bir asansörle çıkıyoruz bu yol üstü asma-parka. Sadece biz değiliz normal olarak burayı keşfetmek isteyen, seven, gezen, kenardaki şezlongvari banklara oturup güneşlenen onlarca insan. Havanın hatrı sayılır bu arada, 35’ten aşağı değil!

Bir aşağı, bir yukarı yürüyoruz bu eski demiryolu, yeni asma-park üzerinde. Sağlı sollu bol bitki, arada banklar, bir tarafta Hudson River, diğer taraf Meatpacking. Daha da büyütecekler, uzatacaklar burayı, tabelalar öyle gösteriyor. Bir yeri tribün gibi düzenlemişler, önünde geniş bir cam panel, aşağıdaki yolu görüyor! Yol da yol işte, bir özelliği yok! Birçok insan var oturan, esbabı mucibesi nedir??? Hiç bilemedik. Neyse! Her şeyi bilmek zaten mümkün değil! Değil mi? Biraz turlayıp, iniyoruz.



Daha sonra da daha önce bu bölge hakkında ya bizzat ya da kulak dolgunluğu bilgisi olanlardan alınan tüyolara göre yer tespitine başlıyoruz. Örneğin Standat Otel! Listede 1 numara! Gidip yerinde tespit ediyoruz, High-Line yanında, fazlasıyla füzyon görünümlü. İçeri girip doğruca asansöre yollanıyoruz. Roof’a çıkacağız, oradaki bar çok meşhur. Asansör çok loş, yüksek tonda tuhaf bir müzik ve iki yan duvarında yanan, uçan, dalgalanan, devinen dehşetengiz bir şeyler gösteren ekranlar. Hiç sıkılmadan ve hatta şaşkınlık içinde çıkıyoruz en üst kata. Bizi uzun boylu, mini etekli, yaya yaya konuşurken ne dedikleri pek anlaşılamayan (Bizdeki sarışın-moron ikizler Esra - Cesra benzeri) 2 hostes kız karşılıyor bizi tam restoranın kapısında. Restoran “dress code” istermiş. Nehir tarafındaki bar kısmına geçip bakıyoruz, bir de küçük havuz var felaket de klor kokusu! Manzaranın hatrı sayılır.



 “Bir kartınızı alalım, bir akşam ya yemeğe, ya içkiye geliriz, kısmet” deyip ayrılıyoruz, yine aynı asansör, yine aynı ürkünç atmosfer, aşağı iniyoruz. Gelir miyiz? Restorana değil ama bara belki! Oradan Village’a doğru yürüyoruz, NYU’nun olduğu bölgeye. Washington Square Park insan kaynıyor, millet çimenlerin üstüne yayılmış güneşleniyor, ortada bir grup genç ayaklarına yaylı aparatlar (mutlaka bir adı vardır) takmış, yaylanarak spor yapıyor o güneşin altında, kan ter içinde. Ortadaki havuzun içinde çocuklar. Fıskiyeler tayf yapmış, havuzda minyatür bir gökkuşağı J


Biraz ileride bir pazar, bu kez organik değil! T-shirt, şapka, gözlük, ıvır-zıvır satılan bir pazar. Cıvıl cıvıl herkes, her şey…
Bucket listimizin sıradaki talihlisi “KATZ Deli”! Gidilecek, pastramili sandviç yenilecek! Düğün salonu büyüklüğünde bir yer, ortada masalar, kenarda sipariş bankosu, biz masaya servis bölümüne oturup servis bekliyoruz. Duvarda mekan sahibinin muhtelif Celebrity ile çekilmiş fotoları. Bir müddet onlarla oyalanıyoruz, bize bakan yok. Teyzemin teki sağa sola bir şeyler götürüp getiriyor ama bizim yüzümüze bakmıyor. Az kaldı kolundan yakalayacakken kendi gelip bir turşu tabağı bırakıyor. Sipariş alıyor; 2 pastramili sandviç, 2 french fries, bira, diet cola. Biraz sonra suratsız teyze patatesleri döke saça, dev boyutta sandviçlerle geliyor. Hiç kolay değil bu boyutta sandviçleri yemek, ama girişiyoruz tıka basa pastrami doldurulmuş sandviçlere. Bu pastrami füme olarak pişmiş (ya da pişmeye çalışmış), tadı biraz da dili andıran bir et.

Önce çok lezzetli geliyor, ilk yarısını bir nefeste yutuyoruz adeta, ama tamamını bitirince bir pişmanlık kaplıyor içimizi, hatta biraz ikrah mı desek!!! Çıkıyoruz mideler bir somun pastrami dolu! Doğruca otele, bunu ne 40 adım atmaca hazmettirir tek başına, ne de yan gelip yatmaca. İkisini de yapıyoruz. Ama pastrami kendini hep hatırlatıyor, ertesi sabaha kadar! Üstüne bol bol içilen gazlı içeceğe rağmen!












29 Ağustos Pazar


Bugün biraz az gezmeye niyetliyiz. Pazar gibi davranıp haddimizi bileceğiz. O yüzden doğruca Central Park’a gidiyoruz otelden çıkıp. Biraz bakınıp Boat House derler restorana giriyoruz, hemen gölün kıyısındaki. Kaydımızı yaptırıp sıramızı bekliyoruz mutad olduğu üzere. Ortam pek hoş, göle bakan genişçe bir verandada masalar.

Çok beklemezmişiz! Birazdan oturtuluyoruz gerçekten de. Fransız olduğu her halinden belli (bununla gurur duyduğu da her halinden belli) sevimsiz garson siparişimizi alıyor. İkimiz de cottage peynirli (bizim lor basbaya) pancake, benimki brandy’de marine edilmiş elmalı, Murat’ınki “...sız”. Ayıca muhtelif ekmek ve croissantlardan oluşan ekmek sepeti, tereyağ, reçel, ananas ve portakal/greyfurt suyu, tabii ki çay ve kahve. Sevimsiz garson kahve için istediğim sütü bildiğimiz meşrubat bardağında getiriyor. Böylesi şık bir yerde!!! Daha önce, çatalımın kirli olduğunu söylediğimde de hızlıca elimden alıp yan masadaki çatallardan birini veriyor, özür filan hak getire! Sütlük yok mu? Diye sorduğumuzda “Kalmamış ,diğer masalardan alıp size veremem ya!” diyerek, pişkinliğin ve küstahlığın doruklarına ulaşıyor ve bahşiş şansına veda ediyor haliyle!!! Biraz sonra, ne hikmetse, yan masalardan birinden sütlüğü alıp masamıza bırakıyor, greyfurt suyuma portakal eklettiriyor, iyi miyiz, hoş muyuz soruyor! O sırada zihnine bir küşayiş mi geliyor? Bahşiş fikri beyninde bir damarı mı zorluyor? Bilinmez! Her neyse, zaten kabarık hesaba ilişik gelen tip ve 2 dolar alıyor sonunda bizden. Çıkıp biraz parkta dolaşıyoruz, light bir dolaşma olacak parka kadar gelmişken, sonra da Museum of Natural History gezilecek.


Fakat Murat Bey’in sensörleri yanlış çalışıyor, tüm müdahalelere rağmen kendimizi çıkmamız gereken batı kapısı yerine, parka girdiğimiz doğu kapısında buluyoruz.


Parkı enlemesine 2 kez tavaf ettikten sonra, kan ve ter içinde çıkış kapısına ulaşıyoruz. Etraf harika doğal olarak, sincaplar, kuşlar, göller, dereler, börtü böcek… ama… biz de çok yorgunuz, ayaklar artık zor taşıyor gövdeleri ve çok sıcak!!! Müzeye giriyoruz. Murat daha önce de gezmiş burayı. Chicago’da gördüğümüze çok benzer. Uçan, yürüyen, etobur, otobur bilumum dinozorlar, maymunlar, homoerectus, Lucy ve kocası (Murat’ı onlarla birlikte fotolama) klasikleri...

Sonra, güney kutbunun keşfi sırasında T. Scott ve Amundsen’in maceralarını detayıyla öğrenme fırsatını buluyoruz. Yolculuklarını evre evre öğreniyoruz, nerelerde kaldıklarını, ne yediklerini, ne giydiklerini öğreniyoruz. Gerçekten çok ilginç, hatta Scott ve grubununki çok da hüzünlü. Hayatları pahasına böyle bir yolculuğa çıkmaları, keşfetme ve bilim sevdaları, bu uğurda ölmeleri… Amerikalı çocukların ne kadar şanslı olduğunu bir kere daha anladık; bilimi bilerek büyüyorlar, kitapları iyice anlamadan, ezbere hatmetmeleri gerekmiyor. Uygulamalı ve detayıyla, kavrayıp, içlerine sindirerek öğreniyorlar neyin ne olduğunu. Böyle büyüyorlar. Fark bu! Ve çok önemli, toplumun geleceğini belirliyor çünkü!
Müzeden çıkıp otele gidiyoruz. Park’la başlayıp, müzeyle devam eden Pazar programını akşam sinemayla taçlandırmaya niyetliyiz. Internetten bakıp Dinner for Schmucks filmine gitmeye karar veriyoruz. Village Theatre’da. Gidip biletleri alıyoruz önce, 22:15’e, sonrada tam karşısındaki The Smith’e girip bir şeyler yiyoruz. Biraz loş ve hoş bir yer. Pazar menüsünde burger ve bira var, bir burger+bira, bir de burger+cola istiyoruz kibar ve sevimli garsonumuzdan. Her şey gayet güzel, yemek, servis… Sinemaya giriyoruz, gırgır bir film beklendiği üzere, yakınlarda seyrettiğimiz bir Fransız filminin cover’ı aslında. Çıkınca bir taksiye atlayıp doğruca otele! Yorgunuz dostlar!!!



30 Ağustos Pazarte


Artık biraz alış-veriş yapsak diyoruz! Sabah 8:30 gibi fırlıyoruz sokaklara, Murat Bey önden kurgulamış; kuzen Mehmet’in önerdiği ve hatta indirim kuponlarını verdiği büyüüük elektronik mağazası J&R’a gidilecek, blue ray external drive ve tabii ki iPad sorulacak. iPad bulamayacağımız tahmin edilse de yine de soralım ve yavaş yavaş elektronik mağazalarını irdelemeye başlayalım. Bir metroyla City Hall’a kadar gidiyoruz.

Buraya çok yakın zaten, bir blok baştan başa muhtelif içerikli J&R’larla dolu; 1’den 10’a… Kameralarmış, pc’lermiş, video, tv, oyunlar, elektronik dünyasından ne akla geliyorsa… Girip çıkıyoruz ilgilendiklerimize, blue ray ext. drive yok, iPad zaten yok! Best Buy’da varmış, öyle diyor görevli. Neyse, geldik, gördük. Biz de Union Square’e gidiyoruz, hem Best Buy, hem de diğer alış-veriş olanakları açısından. Tabii o heyecanla kahvaltı güme gidiyor. Zaten yavaştan da bıkmalar başlamış her sabah yumurta+bacon olmuyor, croissant da bir yere kadar! Nerde şöyle, peynirli, zeytinli, domatesli, zeytinyağlı, kekikli bir kahvaltı! Önce Best Buy’a giriyoruz. iPad var, var olmasına ama Apple ile aynı fiyat! Nerde kaldı bunun “best buy” durumu? Görevliye soruyoruz “neden Apple’dan almak dururken burayı tercih edelim?” diye, burası şahıs hatalarına karşı ayrıca garanti veriyormuş! Hiç ilgilenmeyiz böyle şeylerle! iPad kıracak kadar sarsak mıyız? Gider alırız yerinden aletimizi delikanlı gibi! Ama o gün değil bittabi! Çıkıyoruz ve dağılıyoruz; kimimiz Snoopy’li t-shirt almaya, kimimiz daldan dala… Yarınki program Woodbury Outlet’te tam gün tur! O sebeple göz ve gönül gezdirilecek… Genelde Amerika, ama özellikle de New York alış-veriş cenneti gerçekten de! Her şey var, her yerde indirim var, hem de göz boyama değil, hakiki indirim! Bir müddet kendi kendimize takılıyoruz, dışarısı felaket sıcak, mağazalar donduruyor! Terledikçe mağazaya dal, üşüdükçe dışarı çık. Old Navy diye bir gençlik mağazasında Snoopy’li t-shirt bulunuyor, ama ne yazık ki en büyük boy X-Large! Yine de Murat Gürler’i avenue’lar aşarak bu dükkana çekmeye yetiyor! Buluşuyoruz, daha önce 2 kere zaten bakılmış, hatta tezgahtara sorup öğrenilmiş olduğu halde, Snoopy aşkı mıdır, şüpheci kişilik midir bilinmez, Murat Gürler tüm t-shirt demetini tekrar elden geçiriyor! Sonuç? Aynı! XXL yok! Çıkıyoruz, bu kez misyon Batu Bey’e kamuflaj desenli pantolon, t-shirt aramak. Murat daha önce boş durmamış, Yalın için RayBan Balorama gözlük siparişi vermiş, kitapçı gezmiş, hatta kamuflaj t-shirt satan yer bile tespit etmişi K-Mart’ta! Gerçekten de bol miktar Batu-cins t-shirt var. Ben bakınırken Murat doğanın çağrısıyla dışarı çıkıyor, tam büyük istasyonun (Central Station) yanındayız. Murat Bey bir de Kentucky Fried Chicken keşfediyor oralarda. Çok acıkmışız, ne olsa yeriz, ki Kentucky’i de özellikle beğeniriz. Ta ki o ana kadar! Yediğimiz en kötüsüydü desem yeri var! Bu durum Amerika’daki yiyecek meselesinin ne plastik olduğuna yeni bir imza! Caddeler sokaklar her seviye, kalite ve fiyatta yiyecek içecek satan yerlerle dolu. Ama gerçekten “lezzetliymiş” dedirtecek bir şey yok henüz! “Gurme” diye başlayan dünya kadar deli var, ama içerde Uzak Doğu’lu ya da sadece Doğu’lu insanlar çalışıyor fabrikasyon; salata yapıyorlar, sandviç vs… Çoğu yiyecek hazır, meyveler kesilmiş halde, plastik kaplarda, salatalar, sandviçler de öyle. Öğle saatlerinde önleri kuyruk hepsinin. İçi dışı plastik! Her köşe başı Starbucks, en büyük zincir bu, ama daha mütevazı, kendine göre “chain”ler de var irili ufaklı bol miktarda. Yoldaki herkesin elinde ortası kamışlı bir karton bardak! En berbatı da yol kenarlarına parketmiş kamyonetlerden gelen kesif kebap kokusu! Bir kebap merakıdır sarmış New York'luyu! Yarı yanmış tavuk şişlerden gelen kokular, iştah açmak şöyle dursun, mide bulandırıyor!
Çıkıyoruz KFC'dan da yarı hayal kırıklığı, yarı vicdan azabı o kadar kızarmış ve fakat tatsız tavuk yemekten dolayı! Neyse, atlatırız! Otele gidiyoruz. Biraz dinlenip dışarı çıkıyoruz tekrar, Time Square’e. Yorgunuz, ayaklar gövdeleri zor taşıyor ama olsun! Time Square’e doğru yaklaştıkça zaten ışıklı sokaklar daha da parlaklaşıyor.

Neonlar, ışıklı dönen yazılar, insan seli, biraz Taksim-Beyoğlu havası. Polis merkezi bile mavi-pembe yanar-döner ışıklı panosuyla belirtiliyor: NYPD – New York Police Department J müthiş canlı, hareketli, renkli burası! Biraz ilerde Toys’re us oyuncak mağazası. İçeri giriyoruz, içerde bildiğimiz dönme dolap, Süperman dolaşıyor, bir de robot var, çocuklarla resim çektiriyorlar.

Biraz Tinkerbell, Cinderella kostümü, aksesuarı inceliyoruz, yarın Woodbury’de, Disney Store’da bench-mark yapabilmek için J Bir yerlerde bir şey yesek, içsek mi? Gelirken görüp beğendiğimiz biracıya girsek? Ya da… boşverip otele dönsek, yatsak, uyusak! Yarın sabah erkenden internetten kiralanan araba alınacak Dollar’dan ve Woodbury’e taarruz var!




31 Ağustos Salı


Sabah 8 gibi kalkıp, başlıyoruz yürümeye, 22. Cadde – 2. Avenue’ya. Yakın gibi geliyor nedense; 10 blok aşağı, 3-4 blok sağa, iki bıyık bükümü sola, üç evlek ilerü! Ama yarım saati buluyor bulmamız Dollar’ı. İçerde bir zenci hatun bizden önceki müşteriyle ilgileniyor. Bize sıra geldiğinde, nispeten daha hesaplı diye düşündüğümüz ve 56 $ + 15 $ navigatör = 60 – 65 $ olarak hesapladığımız araba kirası, vergi ve sigortayla beraber iki katına çıktı! Ayrıca navigatör de Tomtom değil! Biz Özgür’süz nasıl yol buluruz?! Neyse… Murat içimi rahatlıyor; otobüsle gitmek hiç akıl kârı değil, çok kalabalık oluyor, ayrıca aldıklarımızı nereye koyacağız? Doğru, neyse… Alıyoruz Chevrolet şehir tipi arabamızı, vuruyoruz New York’un yollarına. Özgür yerine bir hatun yönlendiriyor bizi. Ancak, bu yol tipine alışkın değiliz, karmaşık, ayrıca ses de çok net değil! Yok 89 doğu, yok 27i, bol rakam ve harf silsilesi. Neyse fazla karışmadan ulaşıyoruz Woodbury’e. Park ediyoruz. Önce food court’ta bir kahvaltı, sonra indirim kuponlarımızı alıyoruz ve dağılıyoruz ara ara toplaşmak üzere. Akla gelebilecek her markanın mağazası var burada. Hepsinde indirim, bizim Viaport benzeri ama küçük bir kasaba büyüklüğünde. Giriyoruz çıkıyoruz mağazalara, bazen birlikte bazen ayrı ayrı. Arada bir şeyler yiyor içiyoruz. Akşamüstüne doğru artık pes edip dönüşe geçiyoruz. Nasıl geçti onca saat? Bu kez daha az stresle dönüyoruz Manhattan’a, tek derdimiz otele eşyaları bıraktıktan sonra bir benzinci bulup depoyu fullemek. Otel kolay tabii ama ondan sonra başlıyor "3. Geleneksel Teslim Öncesi Benzinci Arama" seansı. Birkaç dönme, dolanma, debelenme sonunda alıyoruz benzinimizi ve teslim ediyoruz arabamızı. Ne yazık, bu navigatör girdi gireli hayatımıza, diğer bir geleneksel aktivitemiz “yön bulma konulu aile kavgaları”nın eski tadı yok! Çok hafif ve heyecansız atlatılıyor evreler. Neyse, belki bir ara navigasyonu durdurup bir nostalji yaparız ülkenin birinde J
Otele tekrar uğramıyoruz artık, niyetimiz dün görüp beğendiğimiz biracı Hearthland Brewery and Rotisserie’de yemek yemek. Ama önce Toys’re Us’a girip, daha önce gözümüze kestirdiğimiz Denizkızı kıyafetini alacağız İrem Hanım’a. Büyük hata! Biz bu saplamayı yaparken, Hearthland mutfağı kapatıyor saat 21:30’da!!! “Şaka mı?” diyoruz, “Buyrun barda içki için, tatlı yiyin. Ama yemek yok!” diyorlar açık - seçik! Az önce burun kıvırdığımız, tam yanındaki Mexican Grill’e giriyoruz. Ben taco istiyorum az acılı, bir Corona beraberinde; Murat ise burrito, Cola Light eşliğinde! Hiç ummadığımız kadar güzel yemek! Bir taco daha paylaşacak kadar! Ama ant içtik, yarın şu Herathland’e gelip yiyeceğiz yemeğimizi! Artık yorgunluk ayakları çoktan geçmiş, kalça hizasında. Doğru otele.

1 Eylül Çarşamba


Bugün program kültürel olarak ağır, ama motor hareketler açısından hafif olacak! İnşallah, kısmet! Saat 14:00’de daha haftalar önceden internetten biletlerini aldığımız Broadway gösterisi Wicked’e gidilecek. Nispeten geç kalkılıyor. Önce bir kahvaltı için otele çok yakın Pret a Manger’ye gidiyoruz. Bu da bir chain, organik ve taze (fekat hazır!) yemek satıyor. “Her şey günlük burada” diye pazarlıyorlar, hatta bir duvarda “Burada bugün satılmayan her şey akşam homeless’lere verilir, yarın satılmaz. Yarına tazesi yapılır. Doğrusu da budur!” mesajı var. En güzeli! Neyse, birer blue-berry’li yoğurtlu gevrek (crunch), birer croissant indiriyoruz gövdeye çay ve kahve ile. Bir de Paşabahçe USA ofisten Neil’i (nam-ı diğer Nail abimiz) arıyoruz. Buralara kadar gelmişken otele de çok yakın bir yerdeki ofise uğramazsak ayıp kaçar! Arıyoruz Neil’i ve yarın öğlene sözleşiyoruz ofiste buluşmak üzere. Yavaştan Broadway cenahına gitsek iyi olacak, daha internet makbuzunu bilete çevireceğiz gişeden! O tarafa seğirtiyoruz. Hava müthiş sıcak yine! Bir yandan da, valiz alma maksadıyla gördüğümüz valiz satan her yere bakıyoruz yol üzeri. Oyun Gershwin tiyatrosunda. Broadway’le 8. Avenue arasında 51. Caddede. Gidip alıyoruz biletimizi, daha 1,5 saatimiz var. Buraya gelirken yolda gördüğümüz “hazır yemekçi” Cosi’ye giriyoruz ki burası da bir chain küçük çaplı. İçerisi felaket kalabalık, salata kuyruğu ayrı, sandviç kuyruğu ayrı, shake için de ayrı bir yer yapmışlar ama kuyruğu yok! Ben oraya gidiyorum, henüz acıkmadım ama serin bir şeyler içebilirim. Çilekli bir shake alıyorum ve tadına bakıyorum; tadından yenmiyor da, içilmiyor da! Çok çok çok tatlı! Murat ise salata kuyruğunda sırasını bekliyor. Her yerde sıra, her yerde kuyruk! Yemek tarzı aynı, aynı türde fabrikasyon hazırlanan "hazır" yiyecekler! Ben bulduğum (tek) boş masaya oturuyorum, tam kahve sebilinin ve kamış, peçete bankosunun önü! Gelen bir popo atıyor giden bir tekmeliyor sandalyemi! İçimden birine çelme takmak geçiyor, ama düşmez ki kalabalıktan! Vazgeçiyorum, o arada Murat geliyor bir kahraman edasıyla, elinde “feta” cheese ve “kalamata” olive’li “greek” salatasıyla! İçinden bir iki peynir zeytin kırıntısı avlıyorum, tirbüşonla çıkıyoruz çekecekle girdiğimiz “plastik yemek merkezi”nden! Giriyoruz tiyatroya, yerimiz balkonda ve ortalarda, hem enden hem boydan. Fena sayılmaz! Ve show başlıyor! Gerçek bir show! Oyuncular, müzik, senaryo, dekor, kostüm, sahne düzeni, elektronik/görsel oyunlar her şey, her şey MÜKEMMEL! Daha önce hiç izlemediğimiz kadar! Ayakta alkışlıyoruz. Ağızlar kulakta çıkıyoruz tiyatrodan, iyi ki gelmişiz! “Broadway showuna gidiyoruz, uzun pantolon ve gömlek olmasa da yakalı bir t-shirt giymek gerekir” şeklinde ikna edilen ve buna binaen haftalardır giydiği bermuda+geniş yaka/ince doku t-shirtünü çıkarıp, uzun pantolon giymiş olan Murat, bu kadar dayanabiliyor resmiyete. Doğruca otele gidip mutad kostümüne bürünüyor acele. Sonra çıkıyoruz, şu Braveheart mı, Hearthland mi neyse oraya gideceğiz artık yemekleri bitmeden, ne zorumuzaysa! Saat 19:00 gibi ordayız, işi şansa bırakmak yok artık! Fekat dün mutfak kapandı diyen host çocuk, “Sizi aşağı alalım, orada bir yere oturturlar” diyor! Aaa yok artık, bu kadarı da fazla, biz burada oturmak istiyoruz, aşağı tıkılmak istemiyoruz! Üstelik bir dünya boş masa var bu katta! Oradaki masalar rezervasyonluymuş.. muş… muş! Bir caz yapıyoruz orta şiddette ve oradaki masalardan birine oturtuyoruz, zafer kazanmış iki komutan başlıyoruz menüyü incelemeye! Garson çocuk karidesli chowder’ı sayıyor o günün spesiyalleri arasında. O da ne! San Francisco’dakinden mi acep? Ismarlıyoruz, bir de nachos ortaya. Ana yemek olarak da birer et istiyoruz. Biracıdayız haliyle muhtelif bira ve diet cola, o da haliyle… Başlangıçlar ve biralar gayet iyi, et eh! Patlama raddesine gelmiş olma itibariyle tatlı (yi)yemiyoruz, “azmeden derviş, Braveheart’a gelmiş, mideyi delmiş” olmasın diye! Yoksa o laf öyle değil miydi?



2 Eylül Perşembe

Sabah kalkıp iki gruba ayrılacağız, saat 11:30’a kadar münferiden bakiye alış-veriş, sipariş, hediye vs işlerini halledip, 12’de ofise gideceğiz. Elektronik uzmanımız Murat Bey, Filiz’in camera lens siparişini halletmek üzere ilgili bölgeye yönleniyor. Alış-veriş uzmanı Esvet Hanım ise bir Army-Navy mağazası bulup Batu Bey’in siparişlerini halledecek, bilahare de Victoria’s Secret’tan bilumum gerekli-gereksiz alış-veriş ortamlarına akacak. Tüm vazifeler halledilip, 11:30 gibi buluşuluyor otelde ve ofise doğru yola çıkıyoruz, Madison’la 26. Cadde istikametine. 41 no.lu bina daha doğrusu gökdelenin 7. katında Paşabahçe’nin ofis ve show-roomu. Diğer pek çok cam üreticisi de aynı binada konumlanmış. Neil karşılıyor bizi, çay kahve ikram ediyor. Biraz cam dünyasından söz ediyoruz, biraz seyahatimizden, dünkü showdan… Neil Broadway showlarıyla ilgili fikirler veriyor bize. Memphis, Jersey Boys, Heights vs… Ama bunların en iyisi de Phantom of the Opera diyor, özellikle görsellik söz konusu olduğunda! Bir de çok önemli bir tüyo; Broadway üzerinde 44 ve 45. Caddeler arasında TKTS diye bir yer, her akşam o gece tüm showlarda satılmayan biletleri %40 – 50 indirimli olarak satıyor, saat 6’dan sonra! Heyyo… Neil bir de New York’taki (yoksa tüm Amerika’daki mi?) en şahane burger ve patates kızartmasının yerini açıklıyor: Shake Shack, shake seviyorsak, en iyisi yine orada. Hem de hemen aşağıda Madison Square Park’da!!! “Parka girin” diyor Neil, “uzuuun bir kuyruk göreceksiniz, ahan da orası!”

Her zaman kuyruk olurmuş önü, “don’t give up!” diyor. Veda ve teşekkür edip Neil’a verdiği bütün bu önemli bilgiler için, doğruca parka seğirtiyoruz. Kuyruk yok gibi ilk bakışta, ama ön tarafına geçince görüyoruz ki hayli uzun bir sipariş kuyruğu. Saat 1 civarı, öğle arasıdır, biraz oyalanıp daha geç gelelim, kuyruk da biraz hafiflesin diyoruz. Yalın’ın “dirty” gözlüğünü almaya gidiyoruz. Hava fena halde sıcak yine! Bir metro gidip, bir metro geliyoruz, saat 2’yi çoktan geçmiş, kuyruk da biraz kısalmıştır elbet! Ne mümkün aynı yerinde duruyor adeta bütün o güruh! Akıllı zat Murat sen biraz dur, sonra değişiriz diyor ve sıcağın alnına alnına sürüyor bendeniz zavallıyı! Biraz sonra da gölgede bir masa bulup kuruluyor, artık oradan kalkıp kuyruğa gelmesi ve yer değiştirmemiz mümkün değil, eh bunun bir rövanşı olacak Saygıdeğer Murat Bey!

Biz güneşin altında Allahın bir hamburgeri için zulüm çekerken, kendisi fotoğraf çekip, sevimli sevimli sırıtıyor oturduğu cennet mekandan! Neyse sipariş verme sırası bana geliyor dakikalar sonra, kan ter içinde, double Shack burgerleri, patatesleri ve çikolata-vanilyalı shake’leri söylüyorum Dünyanın En Şahane Hamburgercisinin, camekanın içinden sipariş alan gözlüklü ve aynı zamanda Çinli sipariş alma elemanına! Bir de teyid ettiriyorum, bunca bekleme sonucu double değil de single filan verirler, Allah muhafaza! Elime herkese verdikleri tv kumandası benzeri pager veriyorlar bir adet, ve zırtlayınca hazırdır sizin sipariş gelin alın diyorlar. Bu memlekette bu sistem çok yaygın! Eline bir pager bir de numara (o nedense bilmem, çifte kontrol olsa gerek) verip yolluyorlar, zırt dediği yerde gidip masana oturuyorsun! “bakın hanfendi, o beyler bizden sonra geldi, bizim sıramızdı!” filan gibi geyiklere de mahal kalmıyor bu vesile ile. Murat Bey o anda insafa geliyor ve sen otur ben alırım diyor. Alıyor da siparişleri netekim! Kan-ter içinde kalan zavallı bana acımış olsa gerek. 2 koca kutu “junk” malzeme ile geliyor. Sabah kahvaltısı da edilmemiş ya (en azından bu gariban tarafından) Pavlov’un köpeği gibi bekliyorum “junk” malzemenin masaya oturtulmasını ve saldırıyorum. Ağzımızın kenarına bulaşan sarıyı, kırmızıyı göz yoluyla birbirimize işaret ederek götürüyoruz tamamını, üzerine de yoğun kıvamlı çikolata ve vanilyalı shakelerimizi indiriyoruz mideye. O arada gırtlak belasına sahaya insanların yakınına inen sincabı da resmediyoruz.

Demiştim ya bu memleketin sincapları pek insancıl, evde bakılanı var mıdır acaba? Bir yandan da çevremizde dolaşıp, o şevkle yerken ağzımızdan düşüveren kırıntıları toplamak üzere bekleşen serçe ve güvercin boyutlarında muhtelif kuşlar. Her masanın bir kuş klanı var bu anlamda. Önce minik bir patates kırıntısı atıyorum, minik bir serçe kapıyor, sonra birkaç tane daha deniyorum, hep ufaklıklar cesur ve çevik, güvercinler poposunu kaldırıp, boynunu uzatıp alana kadar, serçeler bir plonjonla havada kapıp götürüyorlar malı J yiyemediğim bütün patatesler böyle bitiyor, bu büyük kuş - küçük kuş çekişmesi sonucu ben çok eğleniyorum ve bütün küçük kuşların karnı fazlasıyla doyuyor.

Ayrılıyoruz kuşlu, sincaplı parktan, fena sıcak, fena doymuşuz! Broadway’e gidip bilet alacağız, azimliyiz. Ama önce diğer bir ulvi vazifemiz var sırada; Apple’a gidip iPad’lerimizi almak. Muhtelif Apple’larda muhtelif temaslarımız oldu kendileriyle. Ama artık sahip olma zamanıdır! 5. Caddedeki mağazaya gidiyoruz. Giriş kuyruk marifetiylen. İlk kez bir elektronik mağazasına girerken sıraya giriyorum. Yanda da çıkış kuyruğu var! İçeri giriyoruz adeta bedava “elma” dağıtıyorlar. Kasa sırası var, üç kıvrımlı bir kuyruk! Doğruca giriyoruz kuyruğa hiçbir şeye bakmadan, sormadan, etmeden! Sıra bize gelir-ayak, Murat görevli bir çocukla konuşmaya başlıyor. Derdimizi anlatıyoruz; biz 3 tane istiyoruz da, ayıptır söylemesi; Murat Bey’e 64 GB, 3G’lisinden, bana ve Yonca’ya 16 GB’lık. Bir ara Murat’ın gazına gelip ben de 64’lük almaya yelteniyorum, ama hafızadan başka bir avantajı olmadığına yemin billah edince ilgili, bilgili, yardımsever ve dahi kibar Anthony (adı buymuş, ayrılırayak tanışıyoruz) vazgeçip, 16’lığa karar kılıyorum. 200 $’ım da cebime kalıyor. Ben onunla ne kozmetikler, ne elbiseler alırım J Birer de kılıf alıyoruz Murat’la. Anthony’le sohbet iyi ama artık çıksak iyi olacak. Ben bizi kasalardan birine yönlendirmesini beklerken, ödemeyi çocuğun elindeki cep telefonu benzer alete yapıyoruz. Kredi kartını aletin yanından geçirip, parmakla üzerindeki ekrana imza attırıyor, hop bitti. Faturalar da hazır anında, hem döküm olarak, hem de mail adreslerimize yollanmak üzere. Teknoloji her tarafımız, dörtbir yanımız! Üç iPad torbamızda otele yöneliyoruz doğruca. Oyuncaklarımızı bavullara kilitleyip, doğru Broadway’e. Daha akşama bilet alacağız. Cuma sabahı aldığımız 7 günlük metro biletlerimiz hala çalışıyor. Saat 18:30, gerçekten de TKTS gişesi açılmış, gişelerin önü kuyruk ama çok değil, hızlıca sıra geliyor, “Operadaki Hayalet’e 2 bilet lütfen” %40 indirimliymiş o gecenin biletleri, adam başı 74,50 $ ödüyoruz oldukça önlerde bir yer için. Gerçek fiyatı bu biletin 125 $ civarı! Neffis!!! Hayalimdeki “Operadaki Hayalet”i görebileceğim J hem de önlerden. Vakit geçirmek için bir Toys’re Us yapıyoruz, küçüklere hediye bakıyoruz. Sonra da Majestic Theatre’a! Kapı henüz açılmamış, ama önü kalabalık. İri yarı bir zenci amcam kapının önünde dersimizi öğretiyor; cep telefonuyla konuşmayın, fotoğraf katiyen çekmeyin, hele ki flaş asla kullanmayın, dışarıdan yemek getirmeyin, ciklet çiğneyip balon patlatmayın, aranızda konuşmayın, tuvaletten çıkarken ellerinizi yıkayın, bakın şimdi kapıları açıcam, itişmeden içeri girin, kardeş kardeş izleyin gibisinden dersler… Kapılar açılıyor, uslu uslu içeri giriyoruz. Shack burgerler hala varlığını hissettiriyor, ama bir şeyler içebiliriz. Bar – büfe arası bankoya yaklaşıyoruz bir beyaz şarap istiyorum, Murat da ne istesem diye bakınıyor. Barmen – büfeci arası çocuk plastik bir kadehte şarabımı veriyor, o arada nasıl beceriyorsam bardağı devirip şarabı etrafa saçıyorum, tezgahın üstünde ne kadar kağıt peçete, utançtan bakamadığım, dolayısıyla söyleyemeyeceğim daha bir sürü şey, bir bardak şarap altında kalıyor. Barmen çok şeker, hemen bir bardak daha dolduruyor ve oradaki şaraba batmış peçetelerle tezgahı kurulama çabama son vermek için, “dert etmeyin, ben hallederim” benzeri bir şeyler söyleyip, sanırım beni uzaklaştırmaya çalışıyor. İkinci bir kaza, daha ağır sonuçlara neden olabilir! Murat bir şey almaktan vazgeçiyor tabii, bir kenara çekilip vakit dolduruyoruz. Sonra içeri giriyoruz, yetmişlerinin sonuna gelmiş, azıcık da konuşma zorluğu çeken bir teyzem bize yerimizi tarif ediyor. Bir de program veriyor. Geçip oturuyoruz, oldukça önlerde ve ortalardaki yerimize. Burası Gershwin tiyatrosundan daha küçük ve daha eski, biraz Süreyya havasında. Herkes bir telaş sahnenin fotoğrafını çekiyor. Tek başına olanlar cep telefonlarıyla kendilerini çekiyor. Tuhaf! Oyun başlıyor. Herşey olağanüstü tahmin ettiğimiz gibi. Müzik muhteşem, oyuncuların performansı, teknik detaylar, her şey ama her şey kusursuz, harika! Nefis bir show, görsel şölen! Fakat salon gittikçe soğuyor. Dünkü oyunda hazırlıklıydık, şalımız yanımızdaydı. Bugün ise zemheri zürafası durumu hakim. Bir ara karanlıkta Alaz’a aldığım t-shirtü geçiriyorum üzerime. Fena da gelmiyor. Biter bitmez çıkarıp poşetine koyuyorum. Kimse görmüyor ve bunu Alaz’a söylemiyoruz J Keyifler fazlasıyla yerinde çıkıyoruz tiyatrodan, Time Square yine ışıl ışıl ve kımıl kımıl. Biz ise yorgunuz ve karnımız hala tok! Ne burgermiş! Bir metro oteldeyiz. Mışşş…


3 Eylül Cuma


Dönüşten bir gün önce, gezilecek yerlerin nerdeyse tamamı gezilmiş, alınacaklar alınmış, rahat bir gün. Sabah otelin biraz ilerisindeki kahvaltıcıya gidiyoruz. Murat bir önceki gelişinde keşfetmiş burayı. Son bir Amerikan kahvaltısı yapalım yumurtalı, baconlı, hatta yer kalırsa bir de french toast attırırdık. Ama yumurtalar çok geldi. Bir de Murat’ın aklına Fransız kafesine gidip bir cappucino eşliğinde “chocolate devil” keki ile kapama yapmak sokulunca! Oradan çıkıp yan sokaktaki Cafe M’e gidiyoruz bu durumda. Sonra, akılda kalan bir-iki alışveriş için Union Square’e.

Rahat bir fine tuning alış-veriş meselesine, hatta bir valiz daha alınıyor ya sığamazsak diye! Bir taksiyle otele dönüyoruz. Saat 4 civarı otelde olalım ki online check-inimizi yapalım gecikmeden. Tam uçak saatinin 24 saat öncesi giriyoruz THY’nin sitesini, uçak neredeyse dolmuş. Tüm koltuklar dolu. İlginç bu kez 3 + 3 + 3 koltuk düzeni. İkili koltukta oturamayacağız yani! Neyse bulabildiğimiz en ön, en uygun 40. sıraya yapıyorum chek-inimizi. Bu iş de halloluyor. Sonra biraz ön yerleştirmeler yapılıyor bavullara. Bu son akşamın programı Meat Packing’de yemek yemek. Aklımızda Standard Grill var, otelin altındaki restoran, ama gözümüze başka bir yer kestirirsek oraya da gireriz, ne gam! Metroyla gidiyoruz 14. cadde ile 8’in kesişimine. Sağa sola bakınarak yürüyoruz, hatta bir ara geniş refüje yerleştirilen sandalyelere oturup gelen geçen ve genel olarak “Amerika İnsanı” hakkında tespitlerde bulunuyoruz. Sonra da Standard otele doğru yürüyoruz tekrar, Standard Grill iyi görünüyor, hafiften acıkmalar da başlayınca girip oturuyoruz açık kısmında bir masaya.


Kafamıza göre değil tabii ki, otur”tul”uyoruz. Saat henüz erken olduğu için kolayca yer buluyoruz. Menüyü incelemeye koyuluyoruz. Süslü fakat çok kalabalık değil. Önden bir tapas tabağı söylüyoruz paylaşmak üzere. Zaten geçerken masalardan birinde jamonları görmüştü Murat. Bol miktarda İspanyol şarküterisi (jamon dahil bittabi!) parmesan peynir, bir de fırından yeni çıkmış mini somunlar halinde tazecik ekmek. Ekmeğin sunumu da harika, kenarları kıvrılmış küçük bir kesekağıdı içinde! Özlemişiz bu Akdeniz lezzetlerini… Olmazsa olmaz diet Coke ve Chardonnay eşliğinde. Ana yemek olarak da ıstakoz salatası istiyoruz, yanında ise baharatlı “palmiye kalbi”! Bakalım nasıl bir şey çıkacak, bi nev’i kumar ama side-dish olduğu için kötü de olsa acıtmaz! Her şey harika, tüm yemekler. Eh son gecemiz tatlısız olmaz! Tatlı olarak da yine paylaşmalı (iki kişilik oluyormuş bu tatlı) The Deal-Closer istiyoruz; büyücek bir kase içinde bitter çikolata mousse ve krema, bir de tahta kaşık sallamışlar içine!!! Oy oy oy… Bir çikolata bu kadar mı yoğun hissettirir kendini! Fena halde yoğunlaştık çikolataya, müthiş bir ışık aldık kendisinden, enerjimiz tuttu yani J Memnun ayrılıyoruz Standard’ın Grill’inden ziyadesiyle…


Bir otobüse atlayıp Union Square’de dolanıyoruz bir müddet, sonra da otele dönüyoruz. Yarın dönüş L

 

4 Eylül Cumartesi


Uçağımız 16:45’de. Murat’a kalsa 8 gibi gidilecek havaalanına, neme lazım check-iniydi, pasaportuydu, güvenlikti filan! Neyse çok ısrarcı değil, saat 12’ye bir taksi istiyoruz, beyazından. Sarı taksi önceden çağrılamıyormuş, kapıdan çevirmek gerekiyormuş. Aman riskli olur, en iyisi 3- 5 kuruş fazla verip garantili arabayla gitmek. Zaten 5 tane valiz! Valizlerimize son eşyaları koyup kapatıyoruz ve kahvaltı için çıkıyoruz. Dünkü yer iyiydi ama kapı duvar! “Labor Day weekend”miş. Biz de Cafe M’e gidip croissant yiyoruz. Sonra da biraz geziniyoruz 5. caddede.


Bir Halloween mağazasına gidiyoruz, çeşit çeşit kostüm, şakalar, peruklar, takma diş, burun, akla ne gelirse. Çok eğlenceli, insan saatlerini geçirebilir burada. Ama artık otele dönme vaktidir, hatta memlekete dönme vaktidir, Ey Gürlerler!









Valizleri alıp aşağı iniyoruz Türk Recep. Jack ÖzUğur aracımızı ayarlamış, atlıyoruz yarı-limo arabaya ve doğruca havaalanı. Rahat bir check-in (zaten teferruatı internetten yapılmış), bavulların güvenliğe teslimi (burada usul buymuş), güvenlikten ve pasaporttan geçiş. Hepsi gayet hızlı ve rahat…


Lounge’a giriyoruz, Kore havayollarıyla ortak. Biraz çay kahve, biraz telefon edip Amerikan kontörlerini bitirme, uçağa giriş, az da olsa “Business up-grade’i” ümidinin son buluşu, akabinde hafif hüsran, koltuklara yerleşme, ilk kez binilen Boeing 777’nin incelemesi, koltukların sağının solunun kurcalanması, “Duydunuz pilotun sesini, koltuk arkalıklarını dikleştirin, derin nefes alın, hop uçtuk!” anonsu…


BİTTİ

Esvet

Eylül 2010






1 yorum:

Panpankedi Ayca dedi ki...

Blog çok hoşuma gitti ama yazmıyor musunuz artık yada gezmiyor musunuz :( Paylaşın lütfen :)

İyi günler dilerim...