16 Ağustos 2013 Cuma

Heidi ilen Peter Alplere gider...

(5 - 9 Ağustos 2013)

Hiç bu kadar spontan, bu kadar hızlı karar verip çıkmamıştık yola. Uzun yola yani. Yoksa sıkılıp hadi bir dolaşalım diyerek Tekirdağ'da köfte yemişliğimiz vardır. Ama bu seferki istikamet İsviçre kadar uzak! 3 Ağustos Cumartesi sabahı, 50 yaşımı idrak ettiğim günü sabahı yani, bayramda nereye gitsek; Midilli mi, Erikli mi? Yoksa Assos mu? Şile olsa? Selanik, Atina da seçeneklerin arasında. Arabayla gidilsin, zamanlama tatilin ortasına doğru otursun, bayram trafiği eziyeti olmasın... Bu kadar fazla parametre olunca zihnin duvarları genişliyor herhal ve birkaç hafta önce konuşup sonra vazgeçtiğimiz İsviçre (daha doğrusu Murat Bey'in kafaya koyduğu Glacier Express) sevdası yeniden canlanıyor. Miller hesaplanıyor, durum fena değil. Uçak bileti alınıyor, tren rotaları hesaplanıp, Booking.com marifetiyle otellere rezervasyonlar yapılıyor. Hatta ne olur ne olmaz Glacier express biletleri bile alınıyor. Hatta ve hatta trende yemek için voucher dahi organize ediliyor. İlk durak Zurich! Fazla kalmayıp, bir arkadaşa bakıp (bir de tren bileti alıp) çıkacağız. Trenle doooğru St. Moritz'e, o gece orada kalıp ertesi gün sebebi ziyaretimiz "Glacier express"le o hattın son durağı Zermatt'a 8 saatlik bir yolculuk. Glacier Express nam bu trene "the slowest express of the world" dünyanın en yavaş ekspresi diyorlar. Alplerin arasından salına salına gün boyu yol alıyor.
Bir nev'i seyir treni. Deneyimler ilerleyen günlerde, ilerleyen satırlarda paylaşılacaktır. O gece Zermatt'ta kalınacak sonraki gün yine trenle Zurich'e dönüş. Bol trenli bu seyahat Sayın Üstadım'ın Trans Sibirya sevdasını bir nebze askıya alır kanaatindeyim. Bu kadar hop in hop bin tadında bir yolculuk için backpack kıvamı hazırlanmak gerekir. Hayatımın 5 günlük fakat hala küçücük bir cabin-size'a sığacak kompakt valizini yapıyorum. İsteyince oluyormuş. Murat çok şaşırıyor, hatta uçakta kaç ayakkabı aldığımı bile soruyor :) Murat'a da bir cabin-size, tip ve top şeklinde çıkıyoruz yola, Pazartesi sabahı gayet erken mutad mutad... Uçağımız 11:40'da ve fakat biz 8:40 gibi havaalanındayız. Lounge'da güzel bir kahvaltı ve uçuşa geçiş...
Rötarsız, kalkışta az turbilanslı bir yolculukla Zurich havaalanına varıyoruz. Tabelada gördüğümüz İstanbul gelişli banttan bavulumuzu almak üzere beklemeye başlıyoruz. Bavullar parti parti azar azar geldiği gibi bizim miniklerden eser yok. Ama daha bekleyen var deyip avunuyoruz, ben bir yandan ya gelmezse diye hafiften meraklanmaya başlıyorum, zira, "an itibariyle" trene atlayıp ora-bura, yollardayız daima (ne veciz, ne veciz!) Murat "boşver, en kötü iki parça birşeyler alıp devam ederiz" diyor, ben için için nasıl bir tazminat istesek yaklaşımındayım. O ara bir görevli "Turkish Airlines" diye bağırarak geldi. Meğerse bizim beklediğimiz bant aynı saatte inen Pegasus'un bantıymış, THY bantı iki yandaymış, derhal o tarafa seğirtiyoruz, bizim minikler boynu bükük, tek başlarına dönüp duruyor bantın üstüde. Kavuşmanın verdiği keyifle doğru tren istasyonuna.

İstasyon hemen karşı binada, alt katta. Önce 10 dakikalık bir yolculukla Zurich ana terminale, oradan tren değiştirip Chur trenine biniyoruz. Murat'a göre Çör, Çur, Çörç hatta Körs bile dedi! Hayır kondüktöre de "Çör'e kaç durak kaldı?" filan gibi sorular soruyor, kadın anlamaz anlamaz bakıyor. Neyse ki yanında dil ustası, kontrol hastası ben varım da müdahale edip doğru telaffuzu yapıştırıyorum. (Chur; Kur ya da Hur okunuyor bu arada, u kısmı biraz uzatılarak!) Hayır gitmek istediğimiz yere varamayız alimallah!!! 1,5 saat kadar sonra  muhtelif kasaba-şehirlerde (İstanbul insanı için orta kalibre bir site populasyonunda, ama şehir denen yerlerde) durarak Chur'a varıyoruz.
Orada da yine tren değiştirip St. Moritz trenine atlıyoruz. Hop in hop bin demiş miydim? Bu seferki trenimiz Regional Express (daha öncekiler IC, EC gibi şehirler arası hızlı trenlerdi) hemen her istasyonda duruyor.


Domat/Ems gibi isimleri olan muhtelif istasyonları geçiyor, yavaş yavaş tırmanmaya başlıyoruz.
Chur'da rakım 585 m. idi, varış noktamız St. Moritz ise 1775 metre yükseklikte! Tren bildiğimiz banliyö treni, camlar açılıyor, yarı beline kadar sarkmak mümkün. Hava oldukça sıcak. Yemyeşil vadilerden geçiyoruz ara ara, herbirinin kendi hikayesi ve tarihi olan, kimisi 5.000 yıllık yerleşim alanları var ve onların istasyonları.


 

Vadiler çepeçevre dağlarla çevrili, hep ağaçlık... Arada açık yeşil renkte akarsular dağların arasından kıvrılarak devam ediyor.
Onlarca köprü, viyadük ve onlarca tünelden geçiyoruz. Hızlı artan irtifa sebebiyle tren yolu sekizler çizerek inşa edilmiş. Özellike Albula vadisinde dönme dolap tadında bir yolculuk yapıyoruz. Ve meşhur Albula tüneli yaklaşık 6 km ve tünel ani irtifa artışı nedeniyle spiraller çizecek şekilde yapılmış.

Tünele girince tren birden hızlanıyor, içeriye soğuk hava girmeye başlıyor. Hızın da etkisiyle vagonda küçük çaplı bir fırtına simulasyonu. Camları kapatıyoruz. Burnum donuyor adeta! Az önce sıcaktan patlıyorduk!Biraz daha yol alıp St. Moritz istasyonuna varıyoruz.  Burası kışın çok daha kalabalık muhtemelen. Çevrede balkonu çiçekli hoş evler, "chalet"ler, oteller... Otelimiz buraya 15 dakika mesafede Pontresina diye bir mahallede, taksiye atlayıp varıyoruz Hotel Rosatsch'a. Burası da kışın "kayakçıların rağbet ettiği" bir yer olsa gerek. Yazınsa hiker'lar ve biker'lar heryerde. Otel gayet şirin görüyor, SPA'sı da var. Saat 7'yi biraz geçiyor. SPA'nın 8'e kadar açık olduğunu öğrenip, üstümüzü değiştiğimiz gibi (hazırlıklıyız, mayolar yanımızda) koşar adım SPA'ya... Saunada 3 dakika, buhar odasında 5 dakika, havuzda 6 dakika ve jakuzide 15 dakika kalıp hızlandırılmış SPA turumuzu tamamlıyoruz (hatta Murat duş ararken ben hamakta 4 dakika kadar dinlenip "zen" olayını taçlandırıyorum). Odaya gidip üstümüzü giyip birşeyler atıştırmak için dışarı çıkıyoruz.
Biraz yukarı yürüyüp otelin hemen karşısında Panorama bistro gibi yerden başka alternatif var mı bakıyoruz. Yok! Dönüp ilk gözümüze kestirdiğimiz karşı dağlara nazır panoramik bistroda masalardan birine oturuyoruz. Hava gitgide serinlemede. Murat gulaş, ben schnitzel siparişimizi veriyoruz. Murat zerosunu içerken ben yarım litre Schneider Weisse götürüyorum dağların ve akşamın alacasına karşı... Bütün gün uçaklı trenli yol gitmişiz, yorgunuz, o zaman n'apalım? Otele gidip zıbaralım!
Sabah 7'de kalk var. Kahvaltımızı yapıp, St. Moritz tren istasyonuna 10'da kalkacak Glacier Express'e yetişeceğiz. Sonra o Alp senin, bu Alp benim Zermatt'a kadar yolumuz var. Kahvaltıya iniyoruz, büfe gayet zengin; envai çeşit peynir (eh olsun o kadar bura peynir diyarı), reçel herşey... Zeytin bile var, tadı kötü ama olsun. Muhtelif ekmek çeşitleri ve croissantlar da leziz. Kahvaltıdan sonra check-out ve otelin aracıyla tren istasyonuna transfer. Rosatsch Oteli beğendik, tavsiye ederiz. İstasyonda bizim Glacier kız gibi duruyor.
Daha vakit var, info'da elimizdeki biletleri gösterip yerlerin yanyana olup olmadığını kontrol ediyoruz. Yanyana değil ama karşılıklı koltuklarda ve fakat cam kenarı değilmiş :( Cam kenarı ikili yer bulunmadığını da öğreniyoruz. Eh n'apalım, kader! İdare edicez artık. Bu arada vagonumuzu buluyor hatta dışardan koltukları bile tespit ediyoruz. Masa örtüleri yayılmış.
Öğlen yemeği seçeneğini daha bilet alırken OK'lemiştik, onlar da sofrayı kurmuş! Afferin... Yerimizi alıyoruz, karşılıklı ikişer kişilik koltuklar ortada ise masalar. Herkese yolculuğu/rotayı kısaca anlatan kitapçıklar ve kulaklık bırakılmış. Rotada numaralanmış yerlerden geçerken kulaklıktan orası hakkında bilgi almak mümkün. Gavur yapıyor yaptı mı! Sofrayı kuran teyzem birşey içermiyiz soruyor. "Sonra" diyoruz, o arada kondüktör geliyor, yanımıza rez yapanların (ki cam kenarı onların yeri) Chur'da bineceğini söylüyor.
Ohhh Chur'a kadar rahatız, hatta o kadar rahatız ki bizim vagonda bizden başka kimse yok! Henüz!!!
Glacier Express vagonları iki yanda tavana kadar kocaman camlı nispeten daha rahat kompartmanlardan oluşuyor, aynı trende normal (dün geldiğimiz gibi) vagonlar da var. Yol alıyoruz, dün geldiğimiz yolun, daha büyük panoramik ama açılmayan camlı vagondan "sağlaması" gibi birşey. Ama bu kez daha enformatif. Kulaklıktaki abi bilgiler veriyor zaman zaman. Şu meşhur uzun spiral tünelden tekrar geçiyoruz, Preda - Bergün arasındaki Albula tüneli tam 5,865 km! Bu güzergahta bazı yerler Unesco World Heritage kapsamında. Thusis-Tiefencastel arasında 20 km.lik yolda 138 köprü varmış! Ve mebzul miktarda viyadük... Bergün'de Heidi filminin çevrildiğini de öğrendik bu arada.

Yolda manzara muhteşem; açık yeşil halı gibi bir zemin üzerinde yer yer kasabalar, balkonları kırmızılı pembeli çiçeklerle süslü ahşap evler, tepelere doğru koyu yeşil ağaçlar.
Dağlık yamaçlarda yol alıyoruz, aşağısı uçurum, yukarı doğru dağın yamacı yükseliyor. Aşağıda ise hep bir su akıyor. Kimi zaman uçurumun dibinde, kimi zaman demiryoluyla aynı seviyede. Suyun rengi açık yeşil, şu Nil yeşili dediklerinden ama Nil'le ilgisi olduğunu sanmam ( Hatta Nil'in bu renk olduğunu hiç sanmam!) Kıvrıla kıvrıla yol alıyor tren.
12:30 civarı Chur'a varıyoruz. Bizim komşular, Çinli genç bir çiftmiş meğerse. Önce bize ayrılan yere sıkışmaya çalışıyoruz, sonra onlar arkadaki koltuğa geçiyorlar. Bu arada yemek servisi de başlayacak. Bir de bakıyoruz servis yapan teyze onların tabağını çatalını alıp arka koltuğa geçiriyor. Sonrasında anlıyoruz ki bu kompartmanda biz ve genç Çinli çiftten başka kimse olmayacak. Peki o rezerve edilmiş yerler? Gelmeyenler kendileri kaybeder! Chur istasyonunda normal vagonlar ayrılıyor, bizimkiler gibi panaromik vagonlar takılıyor ve ver elini dağlar yeniden. (Faydalı bilgi: St. Moritz yükseklik 1.775 m, Chur ise 585 m). Bu Glacier vagonların panoramik görüşü iyi de güneş gelen taraf insanı fena yakıyor, üstelik camdan foto çekince yansıma yapıyor (herşey denendi, cama yapışık, camdan uzak, gölge alan vs, ille birşeylerin yansıması manzaranın içinde, hiç değilse tayf benzeri bir görüntü oluyor resmin içinde) Bu arada bu seyahatin sebebi arkana yaslanıp içkini yudumlarken manzaranın keyfini çıkarmak mı? Yoksa, zırt pırt resim çekmeye çalışıp anı kaçırmak mı? Tartışılır! Yolun bu tarafında o kadar çok köprü, tünel, viyadük geçmek yok, dağın kıyısından yol alıyoruz. Zaman zaman da dik yamaçlara tırmanıyoruz. Bu yamaçlara gelindiğinde rayların ortasında yer alan dişlilere takılıyor lokomotifler.
Yoksa biraz zor buraları çıkmak ve inmek de hatta. Dağın bir yamacında yol alırken diğer yamaçtaki yerleşim alanlarını görüyoruz. "Yüksek yüksek tepelere ev kurmuşlar!" resmen. Alt taraf uçurum. Biraz Ayder yaylası, biraz çocukluğumuzun Heidi'sinin köyü, manzaralar akıyor. Köylerde besili inekler meraya yayılmış, dünyanın peynirine, çikolatasına süt sağlamakla meşgul.  Dağlara çıktıkça keçiler var, bizimkilere göre epey irice. Arada küçük istasyonlarda duruyoruz. Bazı yerlerde karşı dağın görünmeyen tepesinden bir teleferik bizim geçtiğimiz yana geçiyor. Arada düşse parçası kalmaz hesabı! Gittikçe yükseliyoruz, Disentis diye bir istasyonda duruyoruz 1130 metre! Sonra bu yolculuğun en yüksek noktası Oberalppass 2033 metre!
Yan tarafta akan su berdevam ama bu yörelerde renk griye çalmaya başladı! Kayalarla aynı renk adeta. Kah çılgın akıyor tren yolunun yanında (ters istikamete doğal olarak), kah daha zayıf ama hep gri. Her çıkışta ortadaki dişliye bağlanıyor tren ve normalde gayet sessiz giden vagonlar hafiften takırdamaya başlıyor. Düze gelince çıkıyor "yedek tekerlekler". Bir de arada durup karşıdan gelen treni bekliyoruz, her seferinde anons ediliyor. 3 dilde öğrendik "karşı istikametten gelen treni bekliyoruz, geçince yolculuğumuza devam edeceğiz" demeyi :) Yolun devamı dağ aşağı Andermatt (1435 m), Brig (670 m), Visp (658 m) ve tekrar yükseliyoruz son durak Zermatt'a doğru. Bu çevrede 4000 m'yi aşan 38 dağ varmış. Esas kız ise Matterhorn dağı :) Saat 18:00 civarı Zermatt tren sitasyonuna varıyoruz. Buraya araba girmiyor. Taksi, shuttle, otobüs, akla gelecek her türlü taşıt kutu gibi küçük, elektrikle çalışan aygıtlardan oluşuyor.
Kutu taksilerden birine atlıyoruz. Yaklaşık 5 dakikada otelimiz Hotel National Zermatt'a varıyoruz. Buradaki tüm binalar gibi koyu kahve ahşaptan, balkonları rengarenk çiçeklerle bezeli şirin bir yapı. Hemen yanından bir nehir akıyor. Recepteki kız çok konuksever, hemen check-in yapıp bize welcome drink öneriyor, bavullar arada odamıza gönderiliyor. Ben bir beyaz şarap, Murat da zerosunu dışardaki verandada alıyoruz. Burada Amerikalı bir grup rehberlerinden şu İsviçreli dağlıların çaldığı uzuuun boru gibi çalgı ile ilgili bilgi alıyor. Adına Alp borusu deniyormuş, çoban borusu diyen de var (internetin yalancısıyım).
Hava hiç fena değil, ne çok sıcak ne soğuk. Ama ertesi gün yağmur gösteriyor. Recepteki kıza oteldeki SPA'yı soruyoruz. Çok alıştık, SPA'sız duramıycaz! Öğleden sonra 3'ten akşam 10'a kadar açıkmış, baya vakit var. Kız bizi odamıza kadar çıkarıyor, odamız up-grade olmuş, Matterhorn manzaralı odayı vermiş bize. Bu arada bir İstanbul-sever olduğunu, birkaç sene önce Antalya Beldibi'nde bir otelde çalıştığını öğreniyoruz. Odaya girince bir çabukta mayoları, üstüne bornozları giyip dooğru SPA'ya. Yine hızlandırılmış tur; aromaterapi odası, buhar odası veee jakuzi. Biz galiba jakuzi için varız, yani burdayız... (Heyhat bu son jakuzi bir halhala mal oluyor bana. Halhallı girip halhalsız çıkıyorum havuzdan, lakin bunu ertesi gün dönüş treninde idrak ediyorum.) Çıkıp üstümüzü değiştiriyoruz. Otelde akşam yemeği olarak önerilen set menü çok sarmıyor. Önceden internetten araştırıp mimlediğim üç restorandan en geleneksel olanını seçiyoruz: Whimper Stube, fondüsü meşhur. Eh buraya kadar gelmişken fondü yemeden gidemeyiz! Bahnhoff ştrase üzerinde bir yer. Yani trenden indiğimiz istasyondan doğru devam eden, iki yanı mağaza ve bar/restoran dolu bir cadde. Bir nev'i barlar sokağı. Gayet şirin, görülesi bir yer. Bizim Stube'ye giriyoruz. İçersi dolu. Neyse iki kişilik bir yer bulup bizi sıkıştırıyor araya (sonradan sevimli olduğuna kanaat getireceğimiz) garson kız. Benim siparişim hazır; fondü, mantarlısından, yanına da şarap kırmızısından. Murat ise rind filet derler bir ızgara et, yanında sebzesi, pomfiriti ve cola zerosundan! Kapamalık,  yan masada görüp beğendiğimiz, ama mereng olduğunu anlayınca beğenmekten vazgeçtiğimiz o kocaman kabarık krema görünümlü tatlıdan garson kızın tavsiyesi icecoffee'ye ve apfel strudel'e yatay geçiyoruz. Icecoffee kahveli milkshake gibi bişiy. Strudelin ise hamuru çok yumuşak. [İtiraf: Bizim mıhlama da, kuymak da 5 çeker, 10 basar İsviçre'nin "fondü"süne. Mis gibi Trabzon tereyağında erimiş peynire az da mısır unu çalıcan, mısır ekmeğini banıcan. Allaaah. Bu fondünün kokusu da bi fena!] Neyse! Çıkıp otelimize yürüyoruz. Hava serinlemiş hafiften... Homini, pufidi, tumba!
Sabah kahvaltımız restoranın kış bahçesinde. Bir önceki otelinki kadar zengin olmasa da zengin sayılabilecek bir büfe. Peyniri, yumurtası, baconu, kruvasanı hiç birini mahrum etmiyoruz kendimizden. Bir de kıpkırmızı, taş gibi, Salihli'yi aratmayacak kirazlar duruyor büfede. En güzel kapanışı yapayım diye sona bırakıp kaseye dolduruyorum 8 - 10 kiraz. Yerken bir tanenin dibinde çürümek istemiş, ama birşeyler engel olmuşcasına küçük yeşil bir nokta. Kiraz hala sepsert! Düşünüyorum, bu memlekette kiraz yetişmez, kimbilir hangi yolları katedip iltica etti bu kirazlar (resmi yoldan da olsa). Kimbilir ne zaman çıktılar yola da bozulmasınlar diye hangi kimyasallarla düşüp kalktılar. Zaten tadı da yok! Bir nev'i edible plastik. Vazgeçiyorum derhal.  [İlginç not: Bu Zermatt denen yerde, 1600 metre yüksekte, nasıl bir mutasyon geçirdiği meçhul, envai çeşit sinek kol geziyor.] Otelin tren istasyonuna servisi var. Mini valizlerimizi hazırlıyoruz kolayca, hızlıca. Odadaki ikram çay ve Nespresso'larımızı içiyoruz Matterhorn'a karşı, biraz dağ ve civar otel fotosu da çekip, check-out yapmak üzere aşağı iniyoruz. Recepteki kız yine orada, yine güleryüzlü. Memnun kalıp kalmadığımızı soruyor. Kesinlikle çok memnun kaldık. Özellikle de servisten. Bize bir de diş kirası olarak ev yapımı alkollü çikolatalarından ikram ediyor üçgen prizma kutularda. İkisi de benimmmm! [İlginç not: Euro / Swiss Frank paritesi bu otelde heryerden daha avantajlı!]. Atlayıp kutu gibi shuttle'ımıza doooğru tren istasyonuna. Yağmur başlıyor hafiften. Tren biletlerimizi alıyoruz (Hiç binmediğimiz kadar trene bindik son üç günde! Birkez binip uzun gitmeler sayılmaz, indi-bindi olaraktan :))) Tren 11'de, daha vakit var, çevre kiosklarda dolşıp bir iki hediyelik alıyoruz. Sonra bakıyoruz bizim tren istasyona ulaşmış, atlıyoruz içeri erkenden. İlk durak Visp, Regional trenle gideceğiz. Visp'te inip Zurich'e giden IC'ye yani daha asri ve hızlı olan başka trene bineceğiz. Visp'e kadar bir önceki günün sağlaması yine. Aynı dağlar tepeler, aynı küçük köyler istasyonlar, aynı raydan dişli takviyeye bağlanmalar, inişler - çıkışlar! Tek fark bu kez camı açılan normal trendeyiz ama dışarısı soğuk ve yağışlı cam açamıyoruz, heyhat... Visp'e varıyoruz, Zurich treni geliyor iki katlı, bittabi ikinci kata yerleşiyoruz. Bu kez daha modern bir ortam, oldukça kalabalık, daha çok dağcılar şehre dönüyor. Yol üstünde yine tüneller var önümüzde, ama bu kez viyadük üstü değil. Hatta Visp'ten çıkar çıkmaz bir tünele giriyoruz ki ne tünel! Tren çıkmak bilmiyor bir türlü. Meğerse 36 km'lik bir tünelmiş burası ve 200 km hızla geçmişiz! Breh breh!!!  (Lötschberg Tunnel) Durmadan konuşan bir dağcı grubu saymazsak yolculuk sakin geçiyor.. Yine yeşil, yine su, yine raylar... Öğleden sonra 3 civarı şehre iniyoruz. Artık dağ-tepe trenli yolculuğun sonu geldi hayırlısıyla. Buna üzülen olduğu kadar, sevinmekten alıkoyamadığımız (zor tuttuğumuz) %50 de var. Zurich tren istasyonunda çıkıp otelimize gitmek üzere taksi kuyruğuna geldiğimizde taksi durağının %80 kakaolu çikolata renkli şöförleri aralarında tartışıyorlar. Ne olduğunu anlamaya çalışırken biri gelip "Yaw sizin otel çok yakın, taksiye binmeye ne hacet, yürüseniz ahan da şurası" diyor. Biz de ne insaflı şöför deyip, bir de teşekkür edip, bizim minnakları yanımızda sürüyerekten başlıyoruz tarif üzerine "yakındaki" otelimize yürümeye. O kadar "yakın" değilmiş! Murat'a sorsan adamları Taksiciler Odasına şikayet etmeli, dahası Tüketici Mahkemesinde dava açmalı! Taksim'de sallandırma faslına gelmeden otele varıyoruz. Merkezî ötesi, Altstadt derler eski şehrin göbeği. Sağolasın Booking.com, yine boş çıkmadı. Odamıza yerleşip, bu kez valizleri açıp, içindekileri dolaba yerleştirip (2 gece kalacağız burada, dile kolay!) dışarı çıkıyoruz. Hotel Adler, Hirshplatz diye bir meydanda, geyik meydanı yani. "Ne geyik dönüyordur burda" geyiğine giriyor Murat :) Alt katı meşhur bir retoranmış; Swiss Chuchi (İsviçre sofrası demek).
Burda yemek yenebilir. Menüden sosis tabağını gözüme kestiriyorum ilk bakışta. Ama daha o kadar acıkmadık. Tam nehrin kenarında bir mahalledeyiz. Nehir göle açılıyor. Kıyı boyunca yürüyoruz, önce muhtelif kafe, restoran ve butiklerin olduğu cadde tarafından, sonra biraz da nehir tarafından. Nehirde kuğular, ördekler, kıyıda yaşlı, genç insanlar hatta nehrin ortasinda plastik bir bota kurulmus mayolu bir cift... Hava orta karar, ne çok sıcak, ne de serin, ama bulutlu. Epey yürümüşüz, bir iki Coop, Migros markete girip kolaçan ediyoruz ne lazımsa. Sonra şu kafe güzelmiş, burda yemek yiyebiliriz, bak Desigual yarın mutlaka gelelim, oooo Mövenpick dondurmacısı da varmış gibisinden çevre tanıma, oryantasyon çalışmaları sonucunda biraz soluklanmak üzere Odeon Cafe'de karar kılıp, kaldırıma iki taraflı serilmiş masalardan birine oturuyoruz. Murat yan masadan beğendiği çikolatalı, bol kremalı tatlıdan istiyor. Ayıp olmasın diye parmakla göstermiyoruz, kaş göz edip anlatıyoruz, neyseki önce kasıntı sonra bahşişi alınca açılan tuhaf saçlı garson oğlan anlıyor. Benim içinse vakt-i Chardonnay, serin, sarı... Aslında amaç bir şeyler atıştırmaktı, ama bu ortam da güzel, gelen geçen 41 milletten türlü çeşitli insan. Keyfimiz yerinde... Ama keyif de bir yere kadar, açuz! Kalkıyoruz ve nerede yesek teatisine başlıyoruz. İtalyan mı yesek? Pizza? Yooo, belki yarın. Fondu? Asla!! Schnitzel, yedik onu, şu an istemez! Eh n'apalım o zaman, otelin restoranına gidelim. Daha yarını var bu işin! Otele seğirtiyoruz, restoran oldukça kalabalık, duvar kenarında, panoramik, minik bir masaya yerleşiyoruz. Sağda solda fondüye ekmek banan tipler, raklet yapanlar (bu da peynir ama küçük tavalarda eritilip, üstünden kazınarak yeniyor). Ortalıkta kesif peynir kokusu. Ben önceden tespit edilmiş sosis tabağını menüde bulup sipariş ediyorum, yanına bira elbet, Murat ise etçi yine. Sonra tatlılara göz gezdirirken aklımıza Mövenpick kafesi geliyor. Gidip dondurmayı yerinde yemek gibisi var mı? Acele hesabı ödeyip yolda yürürken gördüğümüz Mövenpick'e doğru yürümeye başlıyoruz her köşede "aha işte şurda olmalı" diyerek ama yok! Bu kadar mı aşağıdaydı? Bu kadar mı yürümüşüz? Amma yürümüşüz! ( Kendimizi tebrik etmeyi atlamıyoruz). Sonunda, yolun da sonunda Mövenpick görünüyor uzaktan. Ben üç top istiyorum; mango-passion fruit, black currant (siyah frenk üzümü) ve Swiss chocolate, kornette. Murat da aynısından ama yanında krema ile! Kocaman bir kornete zor sığmış 3'er koca top dondurmamız geliyor. Ay nasıl yiycez filan derken aaa bitmiş! Dönelim bari aynı yolu yürüyerekten, biraz eritiriz bakarsın. Hava hafiften serinlemede... Otele dönüyoruz. Otelin olduğu meydan gece de çok renkli, çok sesli... Ama sese mese bakmıyor yorgun bünyeler, horrrr....
Sabah bir yere yetişmeyeceğiz, kahvaltıya istediğimiz saatte inebiliriz. Kahvaltı kalibresi gittikçe düşerek ilerliyoruz. Burada büfe oldukça zayıf diyebilirim. Ama servis güzel. Neyse canım tek derdimiz bu olsun. Hava iyice bulutlu bugün. Biraz çevreyi keşfetmek amaçlı tramvay turu yapma niyetindeyiz. Alışveriş caddesi tren istasyonunun az berisi Bahnhoff ştrasseye doğru yürüyoruz. Heryerde de var bir istasyon caddesi. Hafiften yağmur atmaya başlıyor. Buranın meşhur departmanlı mağazası Manor'a girip şöyle bir bakınıp çıkıyoruz. Bu arada mağazaların cam reyonlarında araştırma yapıp kaçak foto çekmeyi atlamıyoruz. Bir de gurme bölümlerinde Lapsang Souchong çay aramayı. Sonra istasyondan 24 saatlik birer bilet alıp (ki bu biletler o bölgedeki tren, tramvay ve otobüslerde 24 saat içinde sonsuz kere geçerli) ver elini 14 numara son durak, in-bin 6 numara son durak, 4'e bin göle in, gibisinden geziyoruz.
Sonra bizim mahalleden geçene binip sona kadar gidiyoruz, maksat aynı zamanda öğle yemeği yiyecek yer keşfetmek. Gençten (yuppie modeli) grupların girip çıktığı bir yer olan Hoşkase tınısında bir caddede (doğrusu Höschgasse sanırım) iniyoruz. Sağa sola bakıp Iroquois diye bir restorana giriyoruz "ya kısmet" diyip. Dışarıda da masalar var ama sigaralı [İlginç not: Çok sigara içiyor bu İsviçreliler!], içerdeki tek boş masaya oturuyoruz. Murat kuzu eti peşinde, burada da Perşembenin yemeği kuzu! Aman ne hoş! Bense bir burger istiyorum, peynirli ve baconlu. Murat gayet memnun yediğinden, benimkisi ise sıradan burger işte (ne bekliyorsam). [İlginç not: Bu süt, peynir ve dahi inek ülkesinde güzel lezzetli bir et yemek hiç kısmet olmadı! ] Murat Bey bir de cheesecake ile taçlandırıyor öğleni. Sonra atladığımız gibi 4 nolu tramvayımıza Bahnhoff ştrasseye dönüyoruz. Biraz daha girip çıkıyoruz mall'lara, herşey gayet pahalı, gayet bizde de var! Globus denen bir alışveriş merkezinin en tepesine, yemek kısmına çıkıyoruz, çay içiyoruz emekli amcamlarla teyzemlerin ve muhtemel öğrenci bir-iki gencin olduğu alanda. Zurich bitti mi ne? Üstelik arada sıkı yağmur yağıyor! O arada Jelmoli derler meşhur bir alışveriş merkezine daha giriyoruz hatrı kalmasın diye. Sonra son bir tramway seferi daha "Zoo" destinasyonlu, ringtur tadında gidiş - geri dönüş. Buradaki en uzak tramway mesafesi bir baştan diğerine en çok 15 dakikada katedilecek kadar uzak. Üniversitenin olduğu bir alandan geçiyoruz, çok güzel bir yapı. Buranın öğrencileri şanslı olsa gerek diye düşünüyoruz ama şehirlerden Zurich olması durumu bir adım geri götürüyor özellikle İstanbul insanı için! [İlginç olmayan ama hatırlanmasında fayda olan not: İstanbul dünyanın en güzel şehri!] Otelin bulunduğu mahalleye dönüyoruz artık. Ben bi gidip Desigual'de neler oluyor bir baksam? Murat beni azad edip otele giriyor. Desigual mağazası zaten otelden iki bıyık bükümü ilerde. Arada %50 indirimli diğer mağazalara da giriliyor ama hala "gayet pahalı, gayet bizde de var" cinsi tekstil. Desigual de aynı durum. Yolda önünden geçip durup belki bir akşam burada yeriz dediğimiz İtalyan Santa Lucia'nın menüsüne bakıyorum. Hiç fena görünmüyor. Üstelik her daim kalabalık. Akşam burada yiyelim kesin. Otele gidip Murat'ı alıyorum ve Santa Lucia'ya gidiyoruz. Milano'da da vardır bir Santa Lucia, aynı zincirin bir halkası mı acep? Ama burada da bir zincir olduğu kesin, başka yerlerde de görmüştük. Dışarıda bir terasları da var ama merdivenle inmek gerek, her inişin bir çıkışı olması hasebiyle Murat Bey oy birliğiyle içerde oturmaya karar veriyor. O anda boşalan bir masaya kuruluyoruz. İçersi arı kovanı, İtalyan ve Hintli garsonlar dört dönüyor. Önden (domates, roka ve mozzarelladan oluşan) 3 renk salatamızı söylüyoruz. Ben Chianti classico eşliğinde pizza quattro stagioni, Murat ise porcinili risotto. Garsonumuz küçük boylu, pos bıyıklı, kabarık saçlı, zayıf bir Hintli. Fawlty Towers'daki uşak Manuel'in kısası :) Pire gibi koşturuyor. Yemeklerimizi getiriyor, gayet memnunuz yediğimizden ve içtiğimizden. O kadar doymuşuz ki ben pizzamı bitiremiyorum. Otele dönmeden bizim bölgeyi daha geniş tavaf ediyoruz.


Dar sokaklarında antikacılar, şapkacılar, takı tasarım dükkanları, bisikletçi bile var. Gayet şirin. Dönüp dolanıp yine otelin oraya çıkıyoruz. Yarın dönüş var! Otele dönünce yönetici bir Türk hanım karşılıyor bizi, gayet kibar ve yardımsever. Havaalanına otelden servis olduğunu öğreniyoruz. Düşündüğümüz, tren, taksi (hatta Murat'a göre tramvay bile vardı da duymazdan geliniyordu) seçeneklerinden çok daha akıllıca geliyor ve rezervasyon yapıyoruz. Uyku vakti!

Ertesi gün gayet yağmurlu bir Zurich sabahında, zayıf kahvaltı büfesinde son kahvaltı, son cappuccino, son çay. Odaya gidip küçük valizlere kompakt toparlanma, kendimizle tekrar gurur duyma ve tam ossaat bozulmuş asansör sebebiyle dördüncü kattan aşağı "kompakt"larla inme! Türk Yönetici Kibar Hanım binbir özür diliyor asansörün durumu için. Neden siz zahmet ettiniz, biz aldırırdıklar ve neyse ki kompaktız kuş gibi indiklerle check-out yapıyoruz, Türk Yönetici Kibar Hanım bir daha gelirsek Booking yerine otellerinin kendi sayfasından rez yapmamızı öneriyor, komisyon içermediği için her zaman daha hesaplı oluyormuş! Bir daha gelirsek! Bakarsın geliriz, aklımızda bulunsun. Shuttle şöförü Tunuslu heyecanlı küçük kara bir adam. Bizi havalanına uçuruyor. Check-in gayet rahat, exitte yer bulunup ara koltuk da bloke edilince tadından yenmez. Atlarız uçağa, geliriz dünyanın en güzel ve en zor şehri İstanbul'a, sıcacık...















Hiç yorum yok: