03.09.2009 Perşembe
Sabah hareket THY’nin 10:20 İstanbul – Lizbon uçağı ile yaklaşık 4,5 saatlik uçuştan sonra Constantino ile Lizbon havaalanında buluşuyoruz ve doğruca kuzeye, Porto’ya doğru yola çıkıyoruz. Porto’da otelimiz Melia Gaia. Aslında Gaia’da demek daha doğru. Douro nehrinin bir yakası Gaia, bir yakası ise Porto. İki
yakayı Gustave Eiffel ‘in bir öğrencisinin 1886’da inşa ettiği “Ponte de Dom Luis I.” nam köprü birleştiriyor. Köprünün mimari tasarımında bir Eiffel tadı var gerçekten de! Üst kısmından metro hatlarından biri geçiyor, yayalarla birlikte; alttaki yol ise hem yaya, hem de araç trafiğine açık, oldukça dar bir eni olmasına rağmen! İntihar eğilimli bir ülke/bölge olmasa gerek ki atlamaya karşı hiçbir önlem alınmamış… Gelecek hafta Red Bull yarışları olacakmış, 600 bin kişilik bir katılım bekleniyor!
Nehrin Porto/Ribeira kısmında restoranlar, barlar, renk renk binalar; Gaia yakasında ise muhtelif şaraphaneler var. Bu yaka Ribeira kadar sevimli değil. Ama, şarapları tatması ve Porto’ya bakması güzel :)
Odaya eşyalarımızı bırakıp lobide Constantino ile buluşuyoruz ve Porto’ya iniyoruz doğruca. Önce şaraphanelerden birini ziyaret; Ferreira, rehber eşliğinde, sağda solda dev boyutlarda şarap fıçıları arasında, hafif küf kokulu, nemli bir ortamda ve Portekizce anlatımlarla bir tur. Arada Constantino ufak tefek tercümeler yapmasa tam bir “lost in translation” durumu! Ama bu arada 3 çeşit Port wine olduğunu öğrendik: Branco, Tawny ve Ruby! Sonunda şarap tadım kısmına gelince dil sorunu ortadan kalkıyor. Şarap bütün dillere aynı konuşuyor :) iki çeşit Port Wine tadıyoruz (Cola’cılar hariç!) : soğuk servis edilen beyaz daha ziyade aperitif olarak (ki beğenildi), kırmızı ise yemek sonrası, tatlı ile servis edilmelik (ki çok tatlı!)
Daha sonra Gaia kıyısını yürüyor ve köprüden geçiyoruz, Porto kıyısına kıvrılıp oradan içeriye doğru (yokuş yukarı) yürüyoruz ki yokuştan nefret eden grubun 3'te 1'i ayıp olmasın diye fazla ses çıkarmasa da durumdan çok hoşnut değil. Geri dönüp park yerinden arabayı alıyoruz ve komşu kasabada (Carvalhos), geleneksel Portekiz yemekleri yiyeceğimiz bir lokantaya (Restaurante Mario Luso) götürüyor Constantino bizi. İki saatlik farkı düşününce acıkmışız nitekim! Üsküdar saatiyle öğlen 12 civarı yediğimiz uçak yemeğiyleyiz! Önden zeytin, jamon, codfish lokması (cod fish= morina balığından yapılan kroket benzeri bir starter. Gayet lezzetli ve bu civarların vazgeçilmezi) ile başlıyoruz, ana yemek olarak Murat cod fish, Constantino domates soslu pilavla servis edilen (adı hatırlanamayan) bir çeşit balık ve Esvet ızgara ahtapot şeklinde bir çeşitleme ve çok da şahane olmayan tatlı faslıyla bitiş. Yemek eşliğinde Douro yöresinden bir beyaz şarap ve Coke Zero! Cod fish’in 1568 çeşidini bulmak mümkün Portekiz’de!
Sabah hareket THY’nin 10:20 İstanbul – Lizbon uçağı ile yaklaşık 4,5 saatlik uçuştan sonra Constantino ile Lizbon havaalanında buluşuyoruz ve doğruca kuzeye, Porto’ya doğru yola çıkıyoruz. Porto’da otelimiz Melia Gaia. Aslında Gaia’da demek daha doğru. Douro nehrinin bir yakası Gaia, bir yakası ise Porto. İki
Odaya eşyalarımızı bırakıp lobide Constantino ile buluşuyoruz ve Porto’ya iniyoruz doğruca. Önce şaraphanelerden birini ziyaret; Ferreira, rehber eşliğinde, sağda solda dev boyutlarda şarap fıçıları arasında, hafif küf kokulu, nemli bir ortamda ve Portekizce anlatımlarla bir tur. Arada Constantino ufak tefek tercümeler yapmasa tam bir “lost in translation” durumu! Ama bu arada 3 çeşit Port wine olduğunu öğrendik: Branco, Tawny ve Ruby! Sonunda şarap tadım kısmına gelince dil sorunu ortadan kalkıyor. Şarap bütün dillere aynı konuşuyor :) iki çeşit Port Wine tadıyoruz (Cola’cılar hariç!) : soğuk servis edilen beyaz daha ziyade aperitif olarak (ki beğenildi), kırmızı ise yemek sonrası, tatlı ile servis edilmelik (ki çok tatlı!)
04.09.09 Cuma
2 saatlik farka henüz alışamamış bünyeler sabah körü kalkıyor. Bu gün bazıları için iş var aslında! Sabah fuar gezilecek, müşterilerin standları ziyaret edilecek. O arada Murat Bey kim bilir nerelerde gezecek??? Kahvaltıdan sonra iş – oynaş grupları ayrılıyor, öğleden sonra buluşmak üzere sözleşiliyor. Bir grup fuar gezerken, diğeri keşifler yapıyor; metro, finiküler daha neler neler
Çok çok güzel, iyi ki gelmişiz. Aşağı doğru inmek için metro – tramvay – tabanvay arasından kısa bir tereddütten sonra tabanvay makul geliyor, kaptırıyoruz yokuş aşağı. Sırada Douro nehri üzerinde tekne turu var programda. 50 dakikalık, yarım ve tam günlük, hatta yatılı turlardan 50 dakikalığı seçiyoruz doğal olarak. 19:00’da kalkıyor teknemiz, Porto tarafından (Gaia tarafından kalkan tekneler de var, aynı minvalde), önce 15 dakika kadar nehirden içeri, daha sonra dışarı denize doğru yol alıyoruz. Akşam üstü iyice serinliyor hava, içeri, kapalı bölüme kaçıyoruz gezinin sonuna doğru. 20:30’da Don Tonho’da yemek yiyeceğiz. Hem Porto hem Gaia tarafında var aynı lokanta, ama biz Gaia tarafında yaptırdık rezervasyonu, oteldeki recep kızın tavsiyesiyle. Gaia’dan Porto daha güzel görünür diye… Doğru netekim :) Başlangıç olarak peynir ve kırmızı karides alıyoruz. Karidesler pek leziz. Ana yemeklerimiz ızgara levrek (Murat) ve cod fish (Esvet), Douro yöresinden beyaz şarap ve “Zero” eşliğinde. Patlamak üzere olsak da birer tatlı yiyelim diyoruz; Murat Bey fırında pişmiş elma yiyor edebiyle, Esvet hanım ise sarhoş armut! (Gerçekten de menüdeki adı “drunken pear”) Ama tadı kaçmış ayyaş armudun! Bitirilemiyor! Çay – taksi - otel üçlemesi, “tombi” ile bütünleşiyor! Sabah biraz daha kuzeye…
05.09.09 Cumartesi
Sabah 7.30’a 3 kala 19.kattaki odamızdan 2.kattaki kahvaltı salonuna iniyoruz. Asansörden indiğimizde bir küçük şaşkınlık yaşayıp, salonun açılmasını bekleyen bizden daha da erkenci gruba katılıyoruz. Çok dakikler herhal, 7.30 olmadan açmayacaklar, Alman mı ne bunlar? Fakat kahvaltı salonu açılmamaya devam ediyor. Etrafta hiç görevli yok! Asansörler geliyor, bekleyenler grubuna yeni insanlar katılıyor, kapının önü bir kokteyl salonu adeta! Biz o arada asansörden inişi takiben şaşkınlık-kalakalma- hatta asansörden bi süre çıkamama-ne yapacağını bilememe-duruma çabuk adapte olma durumlarına göre karakter tahliline bile başladık ki, salon açıldı. Kahvaltı oldukça zengin, acelemiz de yok, keyifle bitiriyoruz kahvaltıyı ve çıkıyoruz otelden. Bizim otelde Portekiz milli (futbol) takımı da kalıyor. Bir otobüs onları bekliyor. Genç timsahlar ve dışarıda onlarla foto çektirmek için ya da imza almak için bekleşen yavru timsahlar… Tanısak keşke. Ben de mi bi imza alsam? Bulunsun için! Neyse, tren istasyonuna Avis’ten kiraladığımız arabayı almaya gidiyoruz. Bu kez arabamız Seat Ibiza her zamankinden farklı bir de TOMTOM’umuz var bu kez. Navigator yani. Geleneksel yön bulma krizini müteakip aile kavgası bu seyahatte plan harici gibi! Göriciiz… TomTom’u kurup hatta bir de Türkçe’ye ayarlıyoruz. “Özgür”le tanışma işte böyle başlıyor! Akıllı çocuktur diye tariflerini uyguluyoruz şimdilik! Yola çıkıyoruz, kuzeye Minho bölgesinde Viana de Castelo’ya doğru, kumanda Özgür’de. Deniz kıyısında küçük güzel bir kasaba burası. Araba
06.09.09 Pazar
Sabah hoş bir ortamda orta hoşlukta kahvaltımızı alıp (“edip” demek otelin havasına uymiicek!) yola revan! Rota Özgür’e emanet. Paralı yolları “by-pass” et dedik çocuğa o da dağlık ormanlık yollara sardı bizi, fena da etmedi. Yol gerçekten çok güzel, bir ara Douro çıkıyor karşımıza, üzüm bağlarıyla kaplı iki yamacın arasında geniş, sakin akıyor. Manzara pek güzel, durup foto-tespit yapıyoruz. Yola devam. İstikamet Mealhada, daha önce “bilenlerle” yenilmiş, çok lafı edilmiş, akıllara girilmiş, buralara gelmişken bi gidilmezse olmaz “domuzcuk fırın” merkezi! Yol üzeri, Çine köftecileri gibi, sıra sıra “piglet-domuzcuk” fırın lokantaları. Birkaç dönüş, geri geliş yaşanıyor, ama sonunda 2 yıl önce gelinen Pedro dos Leitois’a giriliyor. Girişteki hafızalara kazınmış o “minik domuzcuk ve ailesi mutlu günlerinde” figürinlerinden burasının orası olduğu kesinlik kazanıyor. Zavallı domuzcuklar sıra sıra yatıyor, kıpkırmızı kızarmış, tezgahın üzerinde, kesilip servis edilmeye hazır. Derhal ısmarlıyoruz tabii! Sebeb-i ziyaretimiz ne de olsa! Yanında klasik salata ve patates çips (taze kızarmış). Kıtırdamış da olsa yağı fazla geliyor. Azıcık didikleyip tam da bitiremiyoruz domuzcuğumuzu tabağın içinden. Patates ve salatalar midede, Zero ve buraların meşhur birası “Super Bock” da! Göbekler de yerinde, çıkıyoruz, Pedro’nun gölgeli parkından arabamızı alarak. Özgürcüm, yeni istikamet Coimbra, ki çok yakın zaten, sen göstermesen tabelalar gösteriyor! Coimbra bir üniversite şehri, şehir içi turlama, merkezde park etme ve içlere yürüme. Burada bir bisiklet (varyete) yarışması var, bir pist kurulmuş, kilisenin önünde ve çevresinde yarışmacılar turluyor, ısınıyorlar. Seyirciler de gelmeye başlamış. Yarış 3.00’te, saat 2:30, katedecek 400 – 500 km yolumuz var. İzlemesek daha iyi. Yola devam. Özgür’e soruyoruz; paralı yol mu? Alternatifi mi? Arada ~80 km ama saat olarak karşılığı 3,5 saat! Yani 7:30 yerine gece 11:00’de varış ki, değmez! “Bastır parayı, uzat bizi Özgür” diyoruz ve giriyoruz otobana! Özgür’le ilişkimiz hala iyi! Yol rahat ve fakat uzun. Arada kahve, ihtiyaç molaları sonunda (belki bir ödeme gişesi atlayarak) otoyolun sonuna ve güneye, Algarve’ a ulaşıyoruz. 31.- euro’ya mal oluyor yol hovardalığı bize! Sonra yola devam, ama hooop bir ada dönerken çıkışı kaçırıyoruz ve Özgür gerçek yüzünü belli ediyor bize! Hadi bakalım, ekliyor km’leri ve 40 dakikayı programa! Geri dönsek? Ya bizi alakasız bir yere götürür de daha beter bir vaziyette bırakırsa? Neyse bu çocuğu bu işe boşuna atamamışlardır, biliyordur bu işi diyoruz. Demez olaymışız! Özgür bi-nev’i intikam mıdır nedir (neyin intikamıysa), bizi patikaya sokuyor resmen! Patika da uyduda olur muymuş? Olurmuş! Aynen gösteriyor rotayı! Tereddütler içinde devam ediyoruz çaresiz. Oralarda kalacak olsak tel şebekesi bile yok. Yaylaların içinde tek tük evler var, oraya sığınırız zaar! Tarlaların, bahçelerin içinden geçerek, daha yola benzer, en azından asfalt dökülmüş bir yola çıkıyoruz. Bir “ohhh” çekiyoruz normal olarak! Özgür’e küfrün bini bi para, o da normal olarak! Oraya kadar geçtiğimiz köy kasaba isimleri haritada bile yok. Neyse ki artık emektar haritadan görebiliyoruz gidilen yolları. Güneye indik ve batıya döndük sonunda. En az 45 dakika debelenmişiz boş yere tarlalarda, bayırlarda. Varış noktamız Sagres, ülkenin (hatta belki kıtanın) en güney-batı ucu yani. Atlantik kıyısında bir köşe! Yol üstü geçeceğimiz yerler Portimâo ve Lagos. Her ikisi de golf ve sörf yeri. Yol boyu golf resort otelleri görüyoruz kara tarafında, içlerde ise rüzgar jeneratörleri. Sonunda oldukça küçük ve tahminimizden tenha olan Sagres’e ulaşıyoruz. Saat 8:30! Otelimiz Memmo Baleeira, oldukça yeni restore edilmiş, genelde beyaz hakim, aynı zamanda bir spa oteli. Hiç fena görünmüyor ilk intiba olarak. Okyanus manzaralı odamıza yerleşip, yolda gözümüze ilişen, yakındaki “O Pescador” adlı balıkçıya gidiyoruz. İçersi oldukça kalabalık, bu da karar verme mekanizmasını olumlu etkiliyor doğal olarak. Öğlenki domuzcuklar hala kendilerini hatırlatıyorlar, az yiyeceğiz, niyet o! Salata ısmarlıyoruz, haşlanmış karides yarım kilo (kiloyla alıyorlar siparişi n’apalım!) ve bir porsiyon sardalya ızgara paylaşmak için. Sardalya buralarda çok meşhur, hem de fiyatı gayet makul veee fena halde lezzetli. Bol kaya tuzuna bulayıp, içini filan temizlemeden öylece yatırıyorlar ızgaraya. Turkish sardalyalara göre daha iri. Bu hafif yemeği götürdükten sonra, gün boyu yollarda olmanın da verdiği yorgunlukla düşüp uyuyoruz.
07.09.09 Pazartesi
Sabah alt kattaki kahvaltı salonuna iniyoruz. Akşam keşfedemediğimiz yemyeşil çimenlerle kaplı, palmiyeli bahçeye bakan bir yer burası, yarı açık bir salon, sabah güneşi vuruyor hafiften ve okyanustan hoş bir breeze… Tabii bir de zen-vari hafif bir müzik fonda! Hani kahvaltı büfesi beklemese kenarda, çek bi meditasyon altına diyo şeytan! Ama şeytandan üstün şeytan var, dünyevi zevkleri tetikleyen. Çaresiz büfenin yanındaki tabaklardan alıp başlıyoruz doldurmaya. Portekiz’de en çok sevdiğim tatlardan biri (ki hemen hemen her kahvaltı büfesinde ve uğradığımız her kafede, her pastanede var) “pastel de nata”; bu bildiğimiz milföy benzeri hamurdan yapılmış derince bir tartölet havuzuna doldurulmuş, krem karameli andıran, yumurtadan zengin, puding-vari bir dolgu malzemesi. Üzeri hafif yanık, yine krem karamel gibi! İyi yapan yerde pek leziz. Burada da fena değil. Özellikle kahvaltıda kapamalık olarak, kahveyle pek hoş! Bugün için daha önce yaptığımız plan Sagres’ten çıkıp, güneyde kıyı kıyı ilerlemek, hatta İspanya sınırını da hafiften geçip, Hualve’de, Ayamonte’de Manuel’in tavsiye ettiği ton balığı lokantasına kadar gitmekti. Tabi yolda Lagos, Tavira gibi sahil kasabalarına uğrayıp, beğendiğimiz yerde denize girerek. Ama Özgür’ün bir gün önceki keleği bizi fena yormuş olacak ki, civarlarda dolanıp okyanusa bir iki dalıp çıkmaya karar veriyoruz. Sagres’te fazla kalmayıp civar koylarda plaj arama çalışmalarına başlıyoruz, önce çok yakın fakat fazla tenha bir yere girip çıkıyoruz. Sonra yol üzerinde Salema, Luz gibi plajı olan küçük sahil kasabalarına girip “fena dilmiş, daha iyi bir yer bulamazsak döneriz” diye çıkmak suretiyle sonunda Lagos’a varıyoruz. Lagos Sagres’e yaklaşık 25 km uzakta, daha büyükçe bir kasaba. Aynı zamanda golf resortlar var burada da. İçerde biraz dolaşırken, büyük bir plaj görüyoruz ileride ve bir de buraya bakmak üzere gidip, arabayı park edip, kumsalda bizi bekleyen şemsiyeli şezlonglara yerleşiyoruz. Göz alabildiğine kum, göz alabildiğine mavi, eh okyanus ne de olsa! Eşyalarımız yanımızda olduğu için denize, pardon okyanusa sırayla gireceğiz. Önce Murat seğirtiyor kıyıya doğru. Bulunduğumuz yerden tam kıyıyı görmek mümkün değil, ama biraz ilerisi dalgalı, eh okyanus ne de olsa! Biraz sonra dönüyor Murat, hafiften şortunun paçaları ıslanmış. “Fena halde dalgalı ve soğuk” diyor. Zaten insanlar da o yüzden girmiyorlarmış! Bir de ben denemek istiyorum şansımı ve yaklaşıyorum kıyıya. Doğru dalgalı ve hafiften serin ama o kadar da değil. Yavaşça ilerliyorum suya doğru, çevredekiler gibi. Her gelen kuvvetli dalga ki, ister istemez sırttan karşılamak üzere dönüyor insan, kıyıya doğru itiyor ve ıslatıyor. Dalga geri giderken ayağının altındaki kumu da çekiyor. Biraz daha dayanır biraz ilerlersen gelen dalgalara atlamak, ya da üzerinde dalgalanmak çok zevkli. Çıkmak gelmiyor içimden. Yalnız öğleden sonraki 2. tecrübe biraz ağır oluyor. Rüzgar şiddetini arttırınca dalgaların boyu ve gücü de doğru orantılı artıyor ve insanı fena halde alaşağı ediyor. İki tane kuvvetli şamar yiyip feleğimi şaşırınca (bikiniyi de denize bırakma riskine karşı) edebimle çekileyim diyorum… Denizle şaka olmaz netekim :) Çocukluğumdan beri bu kadar tuzlu kalmamıştım ve her tarafıma kum dolmamıştı! Öğlen yemeği, oturduğumuz yerin gerisindeki kafedeydi. Oldukça hafif; ton balıklı sandviç ve ton balığı salatası. Ama deniz, güneş, rüzgar iyice yoruyor ve saat 4 gibi ayrılıyoruz buradan. Sagres’e dönüyoruz ve yarların üzerindeki kaleye ve fenere kadar gidiyoruz. Özellikle fenerin olduğu yer çok kalabalık, hem de serin, bir o kadar da ürkünç, oldukça yüksek bir yamaçta, hatta uçurum demek daha doğru olur! Burada gün batımı çok güzel olurmuş, akşam yine geleceğiz ama artık otele dönmeli, tuz ve kumlardan arınmalıyız!
Arınma faslından sonra beyaz zen-matik otelimizin terasına çıkıp oturuyoruz Atlantik’e karşı ve içkilerimizi ısmarlıyoruz; cin-tonik ve Zero, bol buzlu limonlu! Günbatımı seyrinden önce biraz da akşam yemek yiyecek bir yer bulmak üzere dolaşırken bir yer gözümüze çarpıyor “Hasan’s Döner House”!!! Gidip şu Hasan’ı bir görelim diyoruz, hangi akıllı Türk vatandaşı gelir de burada, kıtanın en ucunda bir dönerci açar? Hasan, kısaca boylu, tıknaz, vaktinden önce kelleşip de kafayı sıfırlayan, iki kulaktaki halka küpelere ve dudak altı-çene üstü minik üçgen sakala rağmen, klasik “yastık kafa” biçimiyle nasyonalitesini ele veren biri, bir Almancı gençmiş meğerse. 3 yaşındayken Almanya’ya yerleşmiş ailesiyle, sonra havasını beğenmemiş Almanya’nın!!! Ve buraya gelmiş, yerleşmiş. Okyanus havası insanı çekiyo tabi, kan çeker gibi! Yemek yenecek (döner harici) yer soruyoruz memleketlimize, Türkçesi pek fena, iki yer tarif ediyor, ikisini de anlamıyoruz. Bu arada gün batımını da kaçırmamak gerek, ayrılıyoruz oradan ve bir koşu fenere yollanıyoruz arabayla, Özgürsüzce! Yolda batan güneşi görüyoruz, hızla iniyor aşağıya, biz de hızlanıyoruz, tam varıyoruz fenere ki şafak çizgisindeki hain bulut kümesi vaktinden önce kaybediyor güneşi göz göre göre :( Hiç foto çekemiyoruz. Eh biz de yeni yanan feneri çekeriz. Tek biz değiliz tabii ki sunset meraklısı! Etraf insan kaynıyor, şanslı insanlar, güneşi batırmış, gerekli fotolarını çekmiş, arabalarına atlamış ve geri dönüyorlar, sinema dağılmış tadında! N’apalım biz de dönüyoruz geri çaresiz! Otelin tavsiye ettiği adını “Carlos” olarak anladığımız sonra “La Ros” olduğunu düşündüğümüz ve hala emin olamadığımız balık lokantasına gidiyoruz. Zeytin, ahtapot salatası ve deniz mahsulleri starter istiyoruz. Ana yemek olarak da paylaşmak üzere deniz mahsullü pilav ve ızgara sardalya (tadına doyamadık). Pilavın kendi ezik, fazla pişmiş, içindeki mahluklar pardon mahsuller güzeldi, sardalya ya ise laf yok! İçecekler değişmez, Zero ve Vinho Branco (beyaz şarap). Keyifler yerinde otele dönüyoruz.
Sabah alt kattaki kahvaltı salonuna iniyoruz. Akşam keşfedemediğimiz yemyeşil çimenlerle kaplı, palmiyeli bahçeye bakan bir yer burası, yarı açık bir salon, sabah güneşi vuruyor hafiften ve okyanustan hoş bir breeze… Tabii bir de zen-vari hafif bir müzik fonda! Hani kahvaltı büfesi beklemese kenarda, çek bi meditasyon altına diyo şeytan! Ama şeytandan üstün şeytan var, dünyevi zevkleri tetikleyen. Çaresiz büfenin yanındaki tabaklardan alıp başlıyoruz doldurmaya. Portekiz’de en çok sevdiğim tatlardan biri (ki hemen hemen her kahvaltı büfesinde ve uğradığımız her kafede, her pastanede var) “pastel de nata”; bu bildiğimiz milföy benzeri hamurdan yapılmış derince bir tartölet havuzuna doldurulmuş, krem karameli andıran, yumurtadan zengin, puding-vari bir dolgu malzemesi. Üzeri hafif yanık, yine krem karamel gibi! İyi yapan yerde pek leziz. Burada da fena değil. Özellikle kahvaltıda kapamalık olarak, kahveyle pek hoş! Bugün için daha önce yaptığımız plan Sagres’ten çıkıp, güneyde kıyı kıyı ilerlemek, hatta İspanya sınırını da hafiften geçip, Hualve’de, Ayamonte’de Manuel’in tavsiye ettiği ton balığı lokantasına kadar gitmekti. Tabi yolda Lagos, Tavira gibi sahil kasabalarına uğrayıp, beğendiğimiz yerde denize girerek. Ama Özgür’ün bir gün önceki keleği bizi fena yormuş olacak ki, civarlarda dolanıp okyanusa bir iki dalıp çıkmaya karar veriyoruz. Sagres’te fazla kalmayıp civar koylarda plaj arama çalışmalarına başlıyoruz, önce çok yakın fakat fazla tenha bir yere girip çıkıyoruz. Sonra yol üzerinde Salema, Luz gibi plajı olan küçük sahil kasabalarına girip “fena dilmiş, daha iyi bir yer bulamazsak döneriz” diye çıkmak suretiyle sonunda Lagos’a varıyoruz. Lagos Sagres’e yaklaşık 25 km uzakta, daha büyükçe bir kasaba. Aynı zamanda golf resortlar var burada da. İçerde biraz dolaşırken, büyük bir plaj görüyoruz ileride ve bir de buraya bakmak üzere gidip, arabayı park edip, kumsalda bizi bekleyen şemsiyeli şezlonglara yerleşiyoruz. Göz alabildiğine kum, göz alabildiğine mavi, eh okyanus ne de olsa! Eşyalarımız yanımızda olduğu için denize, pardon okyanusa sırayla gireceğiz. Önce Murat seğirtiyor kıyıya doğru. Bulunduğumuz yerden tam kıyıyı görmek mümkün değil, ama biraz ilerisi dalgalı, eh okyanus ne de olsa! Biraz sonra dönüyor Murat, hafiften şortunun paçaları ıslanmış. “Fena halde dalgalı ve soğuk” diyor. Zaten insanlar da o yüzden girmiyorlarmış! Bir de ben denemek istiyorum şansımı ve yaklaşıyorum kıyıya. Doğru dalgalı ve hafiften serin ama o kadar da değil. Yavaşça ilerliyorum suya doğru, çevredekiler gibi. Her gelen kuvvetli dalga ki, ister istemez sırttan karşılamak üzere dönüyor insan, kıyıya doğru itiyor ve ıslatıyor. Dalga geri giderken ayağının altındaki kumu da çekiyor. Biraz daha dayanır biraz ilerlersen gelen dalgalara atlamak, ya da üzerinde dalgalanmak çok zevkli. Çıkmak gelmiyor içimden. Yalnız öğleden sonraki 2. tecrübe biraz ağır oluyor. Rüzgar şiddetini arttırınca dalgaların boyu ve gücü de doğru orantılı artıyor ve insanı fena halde alaşağı ediyor. İki tane kuvvetli şamar yiyip feleğimi şaşırınca (bikiniyi de denize bırakma riskine karşı) edebimle çekileyim diyorum… Denizle şaka olmaz netekim :) Çocukluğumdan beri bu kadar tuzlu kalmamıştım ve her tarafıma kum dolmamıştı! Öğlen yemeği, oturduğumuz yerin gerisindeki kafedeydi. Oldukça hafif; ton balıklı sandviç ve ton balığı salatası. Ama deniz, güneş, rüzgar iyice yoruyor ve saat 4 gibi ayrılıyoruz buradan. Sagres’e dönüyoruz ve yarların üzerindeki kaleye ve fenere kadar gidiyoruz. Özellikle fenerin olduğu yer çok kalabalık, hem de serin, bir o kadar da ürkünç, oldukça yüksek bir yamaçta, hatta uçurum demek daha doğru olur! Burada gün batımı çok güzel olurmuş, akşam yine geleceğiz ama artık otele dönmeli, tuz ve kumlardan arınmalıyız!
Arınma faslından sonra beyaz zen-matik otelimizin terasına çıkıp oturuyoruz Atlantik’e karşı ve içkilerimizi ısmarlıyoruz; cin-tonik ve Zero, bol buzlu limonlu! Günbatımı seyrinden önce biraz da akşam yemek yiyecek bir yer bulmak üzere dolaşırken bir yer gözümüze çarpıyor “Hasan’s Döner House”!!! Gidip şu Hasan’ı bir görelim diyoruz, hangi akıllı Türk vatandaşı gelir de burada, kıtanın en ucunda bir dönerci açar? Hasan, kısaca boylu, tıknaz, vaktinden önce kelleşip de kafayı sıfırlayan, iki kulaktaki halka küpelere ve dudak altı-çene üstü minik üçgen sakala rağmen, klasik “yastık kafa” biçimiyle nasyonalitesini ele veren biri, bir Almancı gençmiş meğerse. 3 yaşındayken Almanya’ya yerleşmiş ailesiyle, sonra havasını beğenmemiş Almanya’nın!!! Ve buraya gelmiş, yerleşmiş. Okyanus havası insanı çekiyo tabi, kan çeker gibi! Yemek yenecek (döner harici) yer soruyoruz memleketlimize, Türkçesi pek fena, iki yer tarif ediyor, ikisini de anlamıyoruz. Bu arada gün batımını da kaçırmamak gerek, ayrılıyoruz oradan ve bir koşu fenere yollanıyoruz arabayla, Özgürsüzce! Yolda batan güneşi görüyoruz, hızla iniyor aşağıya, biz de hızlanıyoruz, tam varıyoruz fenere ki şafak çizgisindeki hain bulut kümesi vaktinden önce kaybediyor güneşi göz göre göre :( Hiç foto çekemiyoruz. Eh biz de yeni yanan feneri çekeriz. Tek biz değiliz tabii ki sunset meraklısı! Etraf insan kaynıyor, şanslı insanlar, güneşi batırmış, gerekli fotolarını çekmiş, arabalarına atlamış ve geri dönüyorlar, sinema dağılmış tadında! N’apalım biz de dönüyoruz geri çaresiz! Otelin tavsiye ettiği adını “Carlos” olarak anladığımız sonra “La Ros” olduğunu düşündüğümüz ve hala emin olamadığımız balık lokantasına gidiyoruz. Zeytin, ahtapot salatası ve deniz mahsulleri starter istiyoruz. Ana yemek olarak da paylaşmak üzere deniz mahsullü pilav ve ızgara sardalya (tadına doyamadık). Pilavın kendi ezik, fazla pişmiş, içindeki mahluklar pardon mahsuller güzeldi, sardalya ya ise laf yok! İçecekler değişmez, Zero ve Vinho Branco (beyaz şarap). Keyifler yerinde otele dönüyoruz.
08.09.09 Salı
Ertesi sabah “zen” kahvaltısından sonra yola revan. Hava çok rüzgarlı, hatta fırtına demek daha doğru. Ama Murat bu konuda pek ikna olmuş değil! Rüzgarın sesi ve sahilde dalgaların köpüklü görüntüsü yetmiyor. Ta ki yolda fırtınanın devirdiği ağacı görene kadar! Sanırım artık kabul etti; hava fena halde rüzgarlı! Dönüş için doğru bir gün!
Bu kez işi sağlama alıyoruz; Özgür’e sıkı sıkıya tembih, en kısa ve paralı yolu al, unpaved yolları pass geç! Neyse bir vukuat yaşamadan 3 saat içinde varıyoruz Lizbon’a. İsafendimiz’in kollarını açarak bizi beklediği kırmızı köprüden giriyoruz şehre. Otelimiz merkezde; Marqués de Pombal meydanında Fenix oteli (booking.com’dan ayırttığımız). Yer olarak harika, her yere yakın ama otel pek matah değil, bunu akşam air condition boşa üfleyip de bir çare bulunamadığında daha iyi anlıyoruz. Saat 13:30, eşyaları bırakıp, arabayı teslim etmek için bir Avis istasyonu arıyoruz. Recepteki çocuk biraz ilerideki Tivoli otelde olduğunu söylüyor. Ama önce depoyu fullemeliyiz. Aslında yarın saat 9’a kadar vakit var arabayı vermek için, ama yarın Portekizli arkadaşlarımızla programımız var, bugün de arabaya ihtiyaç yok, şimdiden vermek en iyisi. Yakın bir benzin istasyonu arama çabasına giriyoruz Özgür katkılı, 2. adreste buluyoruz, bizimle son demlerini yaşayan “sevgili” Özgür de doğruluyor Tivoli oteldeki Avis’i, ama varıp bakınca Europecar olmuş! Yakınlarda başka bir otel, o da Budget olmuş, ama neyse ki oradaki suratsız kız yan sokaktaki Avis’i tarif ediyor, buluyoruz sonunda ve teslim ediyoruz arabayı ve Özgür’ü sorunsuzca! Artık tabanvay ve/veya kitle ulaşım araçlarına geçiş vaktidir ey halkım! Avenida Liberdade’den aşağı inmeye başlıyoruz yürüyerek. Müthiş geniş bir yol, ortada gidiş geliş ana şeritler yanlarda paralel yollar ve yayalara ayrılmış park büyüklüğünde ve görünümünde “kaldırımlar”. Düşünüyoruz İstanbul’da nereye benzetebiliriz burayı diye, böyle geniş bir yol yok sanki! Vatan caddesi? Ama tarz olarak bambaşka! Saat 3’ü geçti, benzinciydi, araba teslimiydi derken. Karınlar da müthiş acıktı. LP tavsiyesi Gambrinus adlı bir lokanta peşindeyiz Av. Liberdade’nin Dos Restauradores meydanıyla buluştuğu yerlerde. Epey bir aranıyoruz ve buluyoruz. Oldukça lüks bir yer, öğleden sonranın tek müşterileri biziz ve tabii ilgi odağı da, normal olarak! Aslında akşamları kalabalık olurmuş burası. İsminden (meşhur bir Çek bira markasıdır) hiç böyle bir yer beklemiyorduk. Neyse çıkacak halimiz yok ya! Çok acıktık zaten. Önden biskot ve tereyağ, peşinden de incecik kızartılmış ve tereyağ sürülmüş nefis ekmekler geliyor. Garson ziyadesiyle kibar, etrafımızda pervane! Başlangıç olarak istediğimiz salatayı sunuşu bile bir seremoni, 10 dakika sürüyor! Ana yemekler “Steak Gambrinus” bildiğimiz mantar soslu bonfile ve yanında kalınca ve fakat hepsi aynı boyda kesilip kızartılmış patates tava. Salata servisini ritüele dönüştüren zihniyet, ana yemeği nasıl sundu anlatmaya gerek yok. Bu arada Portekiz’e geldiğimizden beri yediğim ilk et! İçeceklerimiz Zero (sadece “Z” mi desem artık) ve bira!!! Burası biracı, bilmiyorlarsa da öğrensinler, havaya girmesinler! Sıra tatlıya geliyor, artık zincirlerini kırmış olan Murat Bey bir elmalı tart istiyor. Bense tropik meyve tabağı; mango, papaya, çilek. Üzerine kahve! Rehavent içinde çıkıyoruz Gambrinus’tan saat 5! Biraz da şehri gezmeli. Yakındaki meydanda (Praça da Don Pedro IV) geziniyoruz biraz, 28 numaralı Tram’ı arıyoruz. LP tavsiyesi bu tram (raylı-boynuzlu) büyük bir turla tüm görülesi yerleri geziyor. Turistik bir kitle ulaştırıcısı yani, biletler adam başı 1,40 €! Yalnız ceplere cüzdanlara dikkat gerekiyormuş, kalabalıkta yankesiciler iş başında olurmuş! İstanbullu ve fakat Pragzede olarak pasaport ve cüzdanı otelde kasaya bırakmış, yanımızda o gün yetecek paramızla içimiz rahat biniyoruz tramvaya en ön koltuklara kuruluyoruz. Pencere açık, ellerde fotoğraf makinaları, sağda solda diğer turistler, başlıyor roller-coaster tadında yolculuk! Lisbon da 7 tepe üzerine kurulu bir şehir, o tepeleri inip inip çıkıyoruz, bazen yol çok daralıyor, yanımızdan başka bir (kardeş) tramvay geçiyor, hatta trafik durursa yanımızda duruyor, o kadar yakınız ki yan araçtaki kadının koluna dokunabilirim rahatlıkla. Arada her türlü tehlikeye rağmen kafayı uzatıp resimler çekiyorum. Aslında meşhur “son sözler”den biri olabilir bu tramvaydayken kafayı yana uzatmak ve “aaa karşıdan tramvay geliy…iyk” demek… ya da diyememek! Tepe bayır geziyoruz, son durakta inip, iki adım sonra tekrar biniyoruz, ilk bindiğimiz yere dönmek için. Hafif pişik vaziyette son kez iniyoruz 28’den. Tren istasyonun oralarda dolanıyoruz, istasyonun içinden üst kata çıkıp oradan dışarı çıkıyoruz, oradaki rüzgarlı bistroda bir şeyler içiyoruz. Yemek yiyecek hal yok! Oradan biraz daha yukarılara çıkıp, sonra dar sokaklardan aşağıya iniyoruz ve kendimizi meşhur şehir asansörünün (Elevador de Santa Justa) yanında buluyoruz. Önünde insanlar kuyrukta, çok yorgunuz ama biraz da şuursuzca biz de giriyoruz kuyruğa. Ayağımıza gelen turistik durum, geri tepecek değiliz ya! Biraz sonra geliyor asansör, asansör abi kapıyı açıyor, içeri girenlere bilet kesiyor ve kapıyı kapatıp düğmeye basıyor. Çıkarken pek bir şey görünmüyor, ama yukarı çıkınca tepeden gayet hoş bir Lizbon manzarası. Gündüz daha da güzel olabilir. Fazla sallanmayıp ilk asansörle aşağı iniyoruz! Çok yorgunuz, taksiye binip otele dönüyoruz. Ertesi sabah 10’da Luis, Maureen ve Constantino ile buluşacağız. Odada çalışmayan klima, şikayet, tamircinin gelmesi ve tamir edememesi, tekrar şikayet şeklinde tezahür eden bir karmaşadan sonra uykuya dalıyoruz. Bu akşam yapacak bişey yok, ama yarın Recep’te büyük kavga çıkarılacak!
Bu kez işi sağlama alıyoruz; Özgür’e sıkı sıkıya tembih, en kısa ve paralı yolu al, unpaved yolları pass geç! Neyse bir vukuat yaşamadan 3 saat içinde varıyoruz Lizbon’a. İsafendimiz’in kollarını açarak bizi beklediği kırmızı köprüden giriyoruz şehre. Otelimiz merkezde; Marqués de Pombal meydanında Fenix oteli (booking.com’dan ayırttığımız). Yer olarak harika, her yere yakın ama otel pek matah değil, bunu akşam air condition boşa üfleyip de bir çare bulunamadığında daha iyi anlıyoruz. Saat 13:30, eşyaları bırakıp, arabayı teslim etmek için bir Avis istasyonu arıyoruz. Recepteki çocuk biraz ilerideki Tivoli otelde olduğunu söylüyor. Ama önce depoyu fullemeliyiz. Aslında yarın saat 9’a kadar vakit var arabayı vermek için, ama yarın Portekizli arkadaşlarımızla programımız var, bugün de arabaya ihtiyaç yok, şimdiden vermek en iyisi. Yakın bir benzin istasyonu arama çabasına giriyoruz Özgür katkılı, 2. adreste buluyoruz, bizimle son demlerini yaşayan “sevgili” Özgür de doğruluyor Tivoli oteldeki Avis’i, ama varıp bakınca Europecar olmuş! Yakınlarda başka bir otel, o da Budget olmuş, ama neyse ki oradaki suratsız kız yan sokaktaki Avis’i tarif ediyor, buluyoruz sonunda ve teslim ediyoruz arabayı ve Özgür’ü sorunsuzca! Artık tabanvay ve/veya kitle ulaşım araçlarına geçiş vaktidir ey halkım! Avenida Liberdade’den aşağı inmeye başlıyoruz yürüyerek. Müthiş geniş bir yol, ortada gidiş geliş ana şeritler yanlarda paralel yollar ve yayalara ayrılmış park büyüklüğünde ve görünümünde “kaldırımlar”. Düşünüyoruz İstanbul’da nereye benzetebiliriz burayı diye, böyle geniş bir yol yok sanki! Vatan caddesi? Ama tarz olarak bambaşka! Saat 3’ü geçti, benzinciydi, araba teslimiydi derken. Karınlar da müthiş acıktı. LP tavsiyesi Gambrinus adlı bir lokanta peşindeyiz Av. Liberdade’nin Dos Restauradores meydanıyla buluştuğu yerlerde. Epey bir aranıyoruz ve buluyoruz. Oldukça lüks bir yer, öğleden sonranın tek müşterileri biziz ve tabii ilgi odağı da, normal olarak! Aslında akşamları kalabalık olurmuş burası. İsminden (meşhur bir Çek bira markasıdır) hiç böyle bir yer beklemiyorduk. Neyse çıkacak halimiz yok ya! Çok acıktık zaten. Önden biskot ve tereyağ, peşinden de incecik kızartılmış ve tereyağ sürülmüş nefis ekmekler geliyor. Garson ziyadesiyle kibar, etrafımızda pervane! Başlangıç olarak istediğimiz salatayı sunuşu bile bir seremoni, 10 dakika sürüyor! Ana yemekler “Steak Gambrinus” bildiğimiz mantar soslu bonfile ve yanında kalınca ve fakat hepsi aynı boyda kesilip kızartılmış patates tava. Salata servisini ritüele dönüştüren zihniyet, ana yemeği nasıl sundu anlatmaya gerek yok. Bu arada Portekiz’e geldiğimizden beri yediğim ilk et! İçeceklerimiz Zero (sadece “Z” mi desem artık) ve bira!!! Burası biracı, bilmiyorlarsa da öğrensinler, havaya girmesinler! Sıra tatlıya geliyor, artık zincirlerini kırmış olan Murat Bey bir elmalı tart istiyor. Bense tropik meyve tabağı; mango, papaya, çilek. Üzerine kahve! Rehavent içinde çıkıyoruz Gambrinus’tan saat 5! Biraz da şehri gezmeli. Yakındaki meydanda (Praça da Don Pedro IV) geziniyoruz biraz, 28 numaralı Tram’ı arıyoruz. LP tavsiyesi bu tram (raylı-boynuzlu) büyük bir turla tüm görülesi yerleri geziyor. Turistik bir kitle ulaştırıcısı yani, biletler adam başı 1,40 €! Yalnız ceplere cüzdanlara dikkat gerekiyormuş, kalabalıkta yankesiciler iş başında olurmuş! İstanbullu ve fakat Pragzede olarak pasaport ve cüzdanı otelde kasaya bırakmış, yanımızda o gün yetecek paramızla içimiz rahat biniyoruz tramvaya en ön koltuklara kuruluyoruz. Pencere açık, ellerde fotoğraf makinaları, sağda solda diğer turistler, başlıyor roller-coaster tadında yolculuk! Lisbon da 7 tepe üzerine kurulu bir şehir, o tepeleri inip inip çıkıyoruz, bazen yol çok daralıyor, yanımızdan başka bir (kardeş) tramvay geçiyor, hatta trafik durursa yanımızda duruyor, o kadar yakınız ki yan araçtaki kadının koluna dokunabilirim rahatlıkla. Arada her türlü tehlikeye rağmen kafayı uzatıp resimler çekiyorum. Aslında meşhur “son sözler”den biri olabilir bu tramvaydayken kafayı yana uzatmak ve “aaa karşıdan tramvay geliy…iyk” demek… ya da diyememek! Tepe bayır geziyoruz, son durakta inip, iki adım sonra tekrar biniyoruz, ilk bindiğimiz yere dönmek için. Hafif pişik vaziyette son kez iniyoruz 28’den. Tren istasyonun oralarda dolanıyoruz, istasyonun içinden üst kata çıkıp oradan dışarı çıkıyoruz, oradaki rüzgarlı bistroda bir şeyler içiyoruz. Yemek yiyecek hal yok! Oradan biraz daha yukarılara çıkıp, sonra dar sokaklardan aşağıya iniyoruz ve kendimizi meşhur şehir asansörünün (Elevador de Santa Justa) yanında buluyoruz. Önünde insanlar kuyrukta, çok yorgunuz ama biraz da şuursuzca biz de giriyoruz kuyruğa. Ayağımıza gelen turistik durum, geri tepecek değiliz ya! Biraz sonra geliyor asansör, asansör abi kapıyı açıyor, içeri girenlere bilet kesiyor ve kapıyı kapatıp düğmeye basıyor. Çıkarken pek bir şey görünmüyor, ama yukarı çıkınca tepeden gayet hoş bir Lizbon manzarası. Gündüz daha da güzel olabilir. Fazla sallanmayıp ilk asansörle aşağı iniyoruz! Çok yorgunuz, taksiye binip otele dönüyoruz. Ertesi sabah 10’da Luis, Maureen ve Constantino ile buluşacağız. Odada çalışmayan klima, şikayet, tamircinin gelmesi ve tamir edememesi, tekrar şikayet şeklinde tezahür eden bir karmaşadan sonra uykuya dalıyoruz. Bu akşam yapacak bişey yok, ama yarın Recep’te büyük kavga çıkarılacak!
09.09.09 Çarşamba (tarih süper!)
Sabah 7.30 civarı yağmur sesiyle uyanıyoruz! Hoppalaaaa! Daha dün 30 derecede pişiyoduk! Sagres’te çıkan fırtına buraya mı geldi ne? Kahvaltıya iniyoruz, pek zayıf! Recep’e uğruyoruz dün akşamdan biriken kini kusacağız, kız pek salak "teknisyeni göndereyim" diyor, 1 saat odada kalıyoruz, gelen giden yok, aynı salak kız “ben sordum 'gittim' diyo” diyor bize. O arada Murat daha yetkili biriyle görüşüp odayı değiştirme sözü alıyor, apar topar eşyaları toplayıp tekrar iniyoruz lobiye. Yağmur dinmiş, arkadaşlarımız geliyor bizi almaya. Arabaya doluşup çıkıyoruz yola, merkezdeki turistik yerlerin önünden geçiyoruz, Tejo kıyısına iniyoruz (Tejo, Lisbon’un ortasından geçip Atlantik’e dökülen nehir) Daha sonra Castelo de Sâo Jorge’a gidiyoruz. İçerileri fazla gezmeden yakındaki kafeye gidiyoruz. Burası 1875’de açılmış, içeri doğru çini duvarlı salonlardan oluşan otantik bir kafe. Fazlasıyla kalabalık. Nefis Pastéis de Belém yapılıyor (bi nev’i Pastel da Nata). Tarifi sadece 2 – 3 kişide varmış ve sır olarak saklanıyormuş! İçeride fırını görmek de mümkün. Kahve eşliğinde iki adet götürüyorum :) Oradan çıkıp ufak-tefek sightseeing eşliğinde şehrin diğer yakasına geçiyoruz ve ~40 km ilerdeki (burası artık deniz oluyor) Portinho da Arrâbida diye bir yere gidiyoruz. Küçük bir koy. Constantino çocukluğunda yazlığa gelirmiş buraya ailesiyle. Çok hoş bir yer, sakin bir plaj, kıyıda evler, deniz üstünde martılar, içinde balıklar, çocukluğumun deniz kokusu, ılık bir güneş veee nefis bir yemek. İki lokanta var sahilde yan yana, biz ilkine giriyoruz: Restaurante Beira-Mar. Güzel mezeler, beyaz şarap ve kocaman bir balık “Emparador”! Gerçekten de adıyla eşdeğer, dev boyutlarda bir barbun kendisi! Afiyet ve şeker oluyor bize! Oradan çıkıp, yine karşı tarafa geçip kıyı kıyı Cascais’e doğru gidiyoruz. Cascais Lisbon’un meşhur bir yazlık bölgesi. Akşamüstü Luis’in evinde (malikane mi desek) soluklanma, Murat’a mekan içinde sightseeing’den sonra, karnımız da hala tokken, akşam yemeğine gidiyoruz. Daha mütevazı, yine hoş, geleneksel Portekiz yemekleri veren bir yere. Bir aile işletmesi burası. Ben sardalya ısmarlıyorum yine, Murat ise karides ve kum midyeli et! Güzelmiş! O kadar tokum ki tadına bakasım bile yok! Vedalaşıyoruz Luis ve Maureen’le, Constantino bizi otele bırakıyor. Yarın dönüş günü :(
Otelde başka bir oda ayarlanmış söz verildiği gibi. Klima da çalışıyor, ama hava zaten serin! Ahhh şu Murphy!
Otelde başka bir oda ayarlanmış söz verildiği gibi. Klima da çalışıyor, ama hava zaten serin! Ahhh şu Murphy!
10.09.09.Perşembe
Ertesi sabah kahvaltı yine aynı zayıflıkta! Derhal sokağa fırlıyoruz, o güne kadar gezmekten souvenir alışverişi yapamadık çoluk çocuğa! Dar vakitte hızlı alımlarla tamamlıyoruz son vazifeyi de. Doğruca otel, valizleri aldığımız gibi taksiye atlıyoruz ve havaalanına yollanıyoruz. Bir şey kesin; Portekiz’e 7, Lizbon’a 2 gün yetmiyor. Bir daha Luis’i dinleyip 2 haftalığına mı gelsek? Yoksaaaa Arjantin’e mi gitsek?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder