20 Kasım 2017 Pazartesi

2005 Ağustos Lipsos gezisi

06/08/2005 Cumartesi

Ayvalık’ta bulutlu, rüzgarlı, gök gürültülü, serin, kısaca tatsız geçen bir günün sonuna doğru saat 17.00 civarı arabamızı Setur Marina otoparkına park edip valizlerimizle feribota bineceğimiz gümrüğün yolunu tutuyoruz. Hava düzeliyor gibi. 5 – 10 dakika süren pasaport işleminden sonra feribota biniyoruz. Feribot yavaş yavaş doluyor. Yunan / Rum vatandaşı ağırlıklı. Herkesin elinde bir baklava paketi, poşetler, çantalar… Yıllar önce Avustralya’ya yerleşmiş Selanik’li bir amcayla tanışıyoruz ilk oturduğumuz yerde, üst güvertede. Zaman geçiyor, kalkış saati olan 18.30 çoktan aşıldı. Bu arada diğer feribotun yolcularını da bizim alacağımız, bu yüzden onları beklediğimiz söyleniyor. 45 dakika rötarla kalkıyoruz, dışarıda üşüyeceğimizi düşünerek içeri giriyoruz ancak salon tam bir tımarhane! Her kafadan bir ses çıkıyor, insanlar çığlık çığlığa sesini duyurmak için hep bir ağızdan bağrışıyor! Rumca olduğundan ilk önce tartışıyorlar mı, kavga mı ediyorlar pek anlamadığımız konuşmalar, birbirlerine Ayvalık’tan aldıkları deri ceketleri, çeyizlik eşyaları göstermeleriyle devam ediyor. İlk anın şaşkınlığı geçince alışılıyor galiba, gürültü o kadar rahatsız etmez oluyor. Tam tersi, farklı koltuklarda sürüp giden, anlamasak da ilginç gelen konuşmalara kulak misafiri olmaya, hatta yorum yapıp, senaryo üretmeye başlıyoruz geleneksel olarak. Bir içerde bir dışarıda geçen 1,5 saatin ardından Mitilini limanındayız. Burası adanın başkenti aynı zamanda! Yunanlı yolcuların fazla olmasından pasaport işlemi kısa sürüyor. Bizi dışarıda Setur kanalıyla önceden ayarladığımız kiralık arabamızı teslim etmek üzere Stratos bekliyor. Yazıhanesine gidip, adada gidilecek yerlerle ilgili özet bilgiyle birlikte Hyundai Getz arabamızı teslim alıyoruz. Araba önce biraz küçük gelse de ne kadar isabetli bir seçim olduğunu ilerleyen saatlerde, adanın dar ve virajlı yollarında derhal idrak ediyoruz. İstanbul’dan rezervasyon yaptırdığımız otelimiz güneyde, Plomari’de. Yaklaşık 1 saat içinde (daha sonra her virajını sular seller gibi öğreneceğimiz) dar ve dolambaçlı yollardan geçerek tepedeki Sandy Bay oteline (sadece 1 kez soruşla) vasıl oluyoruz. Bay Kaknis bizi bekliyor. Anahtarımızı veriyor. Oda hiç fena değil, deniz ve havuz manzaralı, havuzdan gelen klor kokusuna ve hemen alttaki lokantadan gelen çatal bıçak şakırtısına hakim! Çantaları bırakıp çatal bıçak seslerini takip ediyoruz. Eh saat 10 olmuş ve acıkmışız haliyle… Midilli’deki ilk “Grek Salata”mızı ısmarlıyoruz bir de menüdeki en makul yemek gibi gelen etli patlıcan. Salata güzel, ama patlıcan bol yağ çekerekten kızarmış ve et de “spam”!!! (Spam: Aynen internetten bildiğimiz anlamı kadar tatsız, ne idüğü belirsiz, gözünü kapasan hayatta ne yediğini anlayamayacağın kadar lezzetsiz bir et parçası. Kaynak: Murat ) O açlıkla büyücek bir parçası yendi tabii! Ve bir de Uzo’nun tadına bakıldı ilk geceden (Tada bakan: Esvet)!!!

07/08/2005 Pazar

Güzel bir uyku çekip ertesi sabah sıkı bir keşif turu için hazır vaziyette kahvaltıya iniyoruz. Kahvaltı pek bişeye benzemiyor. Konuşma (hatta belki de duyma) özürlü bir teyze büfenin başında duruyor ve yol gösteriyor. Konuşmayı da çok seviyor!!! Uzun uzun bişeyler anlatıyor işaret diliyle: “önce şurdan tabak alın”, “çatal bıçak aha orda”, “kahve burada, çay önünde”, “ekmek kızartma makinesine o kadar kalın dilim ekmek koyarsan olacağı budur!” anlamına geldiğini düşündüğümüz seslerden oluşan bir konuşma bu! Bu Yunanlılara mutfak konusunda çok şey öğretmişiz ama kahvaltı konusunda sınıfta kalırlar. Nerde bizim o Ege’ye has peynirli, zeytinli, zeytin yağlı, domatesli kahvaltımız!
Çok da umurumuzda değil aslında, arabamıza atlayıp vuruyoruz batıya! Hedeflenen ulaşım yeri adanın batı ucundaki “Petrified Forrest”! Plomariden çıkıp kıyı kıyı devam ediyoruz. Dağlara tepelere kurulmuş çok şirin köylerden geçiyoruz. Yollar çok dar ve virajlı, hatta yerleşim yerlerinde daha da daralıyor. Köylerde yollar o kadar dar ki çıkışlarda park yerleri yapmışlar ahali arabasını park etsin diye. Burada en çok eksikliğini hissettiğimiz konulardan biri (ki ilerleyen günlerde de daha iyi kavrayacağımız) otopark görevlisi (Dikkat! Abartıp “mafyası” demiyorum), değnekçi ve park ücreti!!! Park yeri bulursan koyuyosun arabanı! Amme hizmeti yapan “Gel abi, sağ yap gel”ciler bile yok! En sevdiğim ve özendiğim ulaşım şekli ise mopetler. Herkes bir mopetin üstünde, fırt fırt geziyorlar. Özellikle şehir içinde… Hem de sadece erkekler ya da gençler değil, teyzemler de… Yani annem mesela, almış Yurdagül Teyze’yi motorun arkasına çarşıya çıkmışlar… Öyle şirin manzaralar. (Bu kadar mopet saplaması yeter) Plomari’den batıya kıyı kıyı (bazen de yolun durumuna göre tepe tepe!) gidildiğinde Midilli’nin o meşhur at nalı benzeri formunun içeri doğru girinti yapan “Kalloni” körfezini geçmek durumunda kalıyorsunuz (ki buna kimsenin itirazı yok!) Yolda tepedeki Polichnitos köyünde durup, tipik bir köy kahvesinde adı “Grek Kafe” diye geçen, bildiğimiz Türk kahvesi içiyoruz. Aslında belki de “Grek Kafe” demenin bir sakıncası yoktur. Çünkü nerde bizdeki o okkalı, sade kahveee, nerde orda içtiğimiz köpük/telve özürlü, tabaksız fincanda servis edilen kahveler!!! Birkaç deneme-yanılmadan sonra vazgeçip frape ya da filtre kahveye döndük zaten! Arada işgüzar bir Yunanlı amcanın bizi yanlış yönlendirmesi, farklı dağ yollarına sapma, nerdeyse aile faciasına yol açan doğru yolu bulma çabalarıyla taşlı topraklı yollardan geçip Kalloni’ye varıyoruz. Bu arada yağmur başlıyor hafiften ve sabah kahvaltısından hüsranla kalkan midelerde hareket (o da hafiften!) Kalloni o koca körfezi ve adanın merkezinde konumlanması nedeniyle önemli şehirlerden biri. Yemek yiyecek bir yer arıyoruz. Birkaç kafenin önünden geçip iskemlelerinin kuru olmasının da avantajını kullanarak bir yerde oturuyoruz. Birkaç masada amcamların demlendiği, lokanta desem değil, meyhane desem değil, kafe desem hiç değil erkek yoğun bir yer! Grek salatalarımızı söylüyoruz derhal (soğansızından) hiç riske atılmadan. Bu Grek salatası dedikleri de bizim “çoban”ın aceleye gelmişi gibi bişey! İrice doğranmış domatesler, ince dilimlenmiş az hıyar, dolmalık biber, halka soğan, üç-beş zeytin ve üstünde büyük bir parça beyaz peynir! Sos dersen zeytinyağ ve sirke! Ama orada lezzeti daha bi farklı sanki!!! Murat’a göre, şahane bir sabah kahvaltısı olur (hiç haksız değil!!!). Tam kalkarken lokantada benim varlığımla vücut bulan kadın popülasyonunu arttıracak olan bir çift daha geliyor. Ama biz ayrılınca nüfus eski halini alıyor: 1 kadın + çok erkek! Dar, dolambaçlı yollardan, dağ köyleri, kıyı kasabalarının içinden geçerek meşhur Petrified Forrest’e varıyoruz. Hayal kırıklığı! Bizim gerçekten taş kesmiş bir orman olarak hayal ettiğimiz bu yer, açık hava müzesi niteliğinde, bir kapıdan çorak, engebeli bir araziye açılan, yokuş aşağı inen bir patika ve üzerinde minimum 50 metrelik aralıklarda, çevrelerinde bir tel örgüyle belirlenmiş, küçücük fosilleşmiş oluşumlar. Murat Bey’in öğle sıcağında inilecek olan bu patikanın bir de çıkışı olacağı gerçeğini hatırlatması üzerine bu bölgeye uzaktan bakıldı, iyi de edildi!

30 Ekim 2017 Pazartesi

FYORT MU DEDİN? 😉



Bayramda Nordic takilanlar, dana yerine somona girerler 😄

Bayramlari coluk-cocuk kutlamak en guzeli, ama cocuk kismisi bayramda baska yerlere dagilinca biz de kendimize program yapalim diyoruz. Ne zamandir hayalini kurdugumuz İskandinavya'ya gitme fikri Murat'tan geliyor. Zaten ne zamandir vire Oslo - Bergen tren yolculugunun "tam zamanli" videolarini seyretmesinden anlamaliydik! Gidis ve gelis gunu en yogun gunlerin bir sonrasi secilerek plan yapiliyor. İsvec'i bu kez atlayarak Norvec ve Danimarka'ya yogunlasiyoruz. Zaten Bergen yolculugundan, fiyortlardan uzun suredir bir elektrik almisligimiz da var! 😉Bu konudaki en compact, en hap program Norway in "nutshell". Gunubirlik olani da var ama biz round-trip seciyoruz. Oslo'dan baslayarak Bergen'e trenle varis, o gece Bergen'de kalis ve ertesi gun sabahtan baslayarak tren - otobus - tekne marifetiyle daglari, selaleleri gorerek veee fiyortlarda gezerek Oslo'ya geri donus. (Bunun tersi de mumkun). Sonrasinda da Oslo'dan gece yatili feribotla Kopenhag'a gecis, bir gece de orda kalarak vatana avdet! Bu hedefe uygun muhtelif biletlerimizi, otel rezervasyonlarimizi yapiyoruz. En sevdigimiz Booking.com ile bir rezervasyon kazasi da yasiyoruz, ama o bu yazinin konusu degil. Hatta mumkunse hic bir yazinin ve dahi sohbetin konusu olmasa yeridir 😬

30.08.2017 Persembe:

Sabah ucagimiz 7:30'da dolayisiyla (Murat faktorunun de katkisiyla) 4:00'te uyanip havaalanina variyoruz. Ucagimiz rotarsiz, sorunsuz, arkamizda oturan (sevimsiz ve basiretsiz) kari-(kustah ve terbiyesiz) kocayi saymazsak, keyifli bir yolculukla Oslo havaalanina variyoruz. AB vatandasi olmayanlara ayrilan siralarda bekleyip, uzuuun suren sorguyla karisikpasaport islemlerinden gecip coktan gelmis bantta turlayarak bizi bekleyen minnak valizlerimizi aliyoruz. Her gece baska bir yerde kalacagiz, bu sebeple ve gidecegimiz yerlerin iklim kosullarina ragmen, her birimize itina ile birer cabin size hazirlamis bulunuyoruz. Cok "compact"izdir! Oslo havaalanin icinde tren bileti otomatlari ve bunlarin basinda son derece yardimci ve gayet iyi ingilizce konusan personelden detayli bilgi ve Oslo merkeze 2 bilet icin yardim aliyoruz. Adam basi 93 NOK vererek biletlerimizi aliyoruz. Biletler 2,5 saat gecerli yani sonrasinda sehir icinde otobus, metro icin de kullanilabiliyor. Bu devletin tren hatti, bir de ozel sektore ait bir hat var daha hizli (2 dakika!) ve daha pahali! Onu secmedik nedense! 😜 İsaretleri takip ederek istasyona iniyoruz ve trenimize biniyoruz. 1 durakla yolculuk 23 dakika suruyor. Ana istasyonda daha önce İnternet kanalıyla  ödeyip satın aldığımız Nutshell biletlerimizi de bastırıyoruz . Otelimiz Best Western City Plus, meshur Karl Johan Gate'i (gate cadde demekmis) kesen sokaklardan biri olan Kirkegata'da. İstasyondan bakina bakina yurumeyle 10 dakika mesafede! 11 civari vardigimizda reception gorevlisi odanin hazir olmadigini soyluyor haliyle. Eh n'apalim? Valizleri birakip cikip gezelim. On calismada gidilesi yerler listesinde Aker Brygge var. Liman yani! Nasil gitsek diye recepteki kiza soruyoruz, "yuruyun" diyor! 8 dakikaymis! Gayet yakin! Karl Johan tarikiyle dusuyoruz yola, hava hafiften isiriyor ve islatiyor! Limana vardigimizda kucuk bir sahada bagirislar, tezahuratlar duyuyoruz. "Homeless World Cup" futbol turnuvasi varmis! Limanda farkli pierlerde farkli boyutlarda gemiler/tekneler var. Aker Brygge'ye dogru yuruyoruz (brygge Norvecce dalgakiran demekmis) Acizzz! Amacimiz burda kendimizi somona ve muhtelif deniz mahsulune basmak. On arastirmalarda da rastlanan restaurant Louise kaderin bir cilvesi olarak karsimiza cikiyor. Aksam yemegi icin dusundugumuz bu nisbeten şık restorana, aclik, yagmur, yorgunlugun da ittirmesiyle hemen giriveriyoruz. Dis kisimda, yol ve deniz manzarali bir masaya kuruluyoruz. Gayet dozunda isitmalarla gayet hos bir ortam. Garson menuyu getiriyor, son derece kibar tavri ve guzel bir ingilizcesiyle birlikte. Onden birer kucuk balik corbasi, Murat'a komur izgarasinda somon ve bana da kovada midye istiyoruz. Yaninda patates kizartma ve alioli sos da var veee beyaz sarap bittabi 😉
Oldukca hizli ve oldukca free wifi marifeti ile bir takim sosyal medya ve ticaret isleri de halloluyor. Yediklerimizden ayri, servisten ayri memnun kaliyoruz. (Tespit#1 herkes cok nazik ve gayet iyi ingilizce konusuyor) Louise'den ayrilip Aker Brygge boyunca en uctaki Astrup Fearnley muzesine dogru yuruyoruz. Yagmur hafiften surmekte. Kiyida gayet hos bir mimariye sahip muzenin kafesinde birseyler icip biraz foto cekiyoruz ve muzenin arka paraleli olan yoldan tekrar iceri dogru yuruyoruz. Bu bolgeye Tjuvholme Exclusive Suits deniyor. Binalarin mimarisi ozellikle balkon tasarimlari hayli ilginc. Sehrin genel gorunusunu (mimari, tarih, yapilasma vs) bir Orta ya da Guney Avrupa sehrine gore biraz zayif buldugumu soylemeliyim. Eski sehir / old town / altstadt diye bir yer yok ornegin! Bazi "merkez" diyebilecegimiz yerler var. İstasyon, liman (Aker Brygge), Karl Johans Gate gibi. 
Neyse... Biraz yuruyunce limana, bizdeki sehir hatlari benzeri botlardan, dev cruise gemilerine kadar muhtelif su araclarinin gelip gittigi bolgeye geliyoruz. Acaba cok acilmadan komsu kiyilarda, adalarda bir demo yapmak mumkun mu? İlk gordugumuz iskelede gisedeki kiza soruyoruz. Yaklasik 1 saat surecek cevredeki adalara ugrayarak geri donen B1 hattini oneriyor. Otomattan kolayca bilet almak mumkun ama kac zone olduguna karar veremiyoruz ve yaklasan bir hanim teyzeye soruyoruz. Tek zonemus! Tanesi 33 NOK'tan biletlerimizi alip B1 hattina yoneliyoruz. Bizim bogazda yeni peydah olan, duduklu tencere, utu, caydanlik benzetmelerine maruz kalan sehir hatlari vapuruna benzer (zaten sistem de ayni, adalara ugrayip geri donmece) tekneye atliyoruz. Yagmur hala atistiriyor! Bir saat boyunca civar adalara ugrayaraktan, yolcu indirip bindirerekten gezdiriyor bizi ve bindigimiz iskelede iniyoruz. Artik otele gitsek... Yolda sagda solda bir-iki souvenirciye ugrayarak otele donuyoruz. Zaten biliyorduk ama yine de soylemeye gerek var; i-na-nıl-maz pahalı herşey! Ornegin 1 adet kutu cola markette 29 NOK (13 tl!) Neyse "hamamli- terlemeli" atasozumuzu hatirlayarak yola devam 😊Otele geliyoruz saat 16:00 olmus, odamiz hazirdir elbet! Hemen girise yakin, kucuk ama idare eder odamiza yerlesiyoruz. Yerlesmek de neyse! Ertesi sabah erkenden cikacagiz nasilsa, sadece temel ivir ziviri cikariyoruz. Biraz soluklanip onceki arastirmalarda gordugumuz Bryggeri (biraci) Crow Bar'i kesfetmek uzere cikiyoruz. Enerjide hafiiif bir azalma var haliyle. Ama gidecegimiz yer Torggata'da, yani otelden cikip, Karl Johans gate'i keserek katedralin onunden birazcik yuruyunce Torggata caddesine geliveriyoruz. Crowbar biraz asagida. Kapisindan bakip pek kayda deger olmadigi kanaatine variyoruz. Karnimiz da hala tok! Yol ustu bir 7elevendan meyve (burada cilek ve muhtelif kirmizi meyveler gayet yenilesi) ve muhtelif ivir zivir alip otele donuyoruz. 
Sabah trenimiz 6:25'de, eh sabah da Uskudar'da sabah olmadan kalkmisiz. Uyusak mi?

31.08.2027 Cuma

Sabah 4:45'de kalkiyoruz. Hava hala karanlik. Recep.ten onceki gun ismarladigimiz kahvalti doggy bag'lerimizi alip cikiyoruz yola. Sabahin o korunde yollar islak ve sessssiz! Tek gurultu bizim cabin-sizegillerin tekerlerinden yayilan yuksek tonlu "tar tar tar..." nameleri!  Yagmur olmamasina ragmen yollarin islakliginin gizemini istasyona varina anliyoruz. Adamlar sabahtan tazyikli suyla butun sehri yikayip pakliyorlar azizim 😳
O 1 saatlik farkin avantaji ve "hayli" erken yatmanin katkisiyla cok da fena durumda degiliz. Istasyona tren saatinden yaklasik 1 saat erken variyoruz! Neden acaba??? Otelden verdikleri kahvalti paketinden sandvicler cikiyor. Hic isim olmaz. (Bir kiosk zinciri oldugunu sonradan anladigimiz) Narvesen'den taze cikmis kruasan, kahve ve yulafli yogurt aliniyor. Yogurt Murat'a (kendisi gayet kararli, diete devam!) digerleri bana! Kruasan sahane ne yalan soyleyim 😋  
6:15 gibi platforma gidip Voss aktarmali trenimize biniyoruz. Basliyoruz daglari ovalari asarak yol almaya. Havada yagis yok kah gunesli, kah bulutlu. Yuzlerce tunelden gecerek ilerliyoruz. Çok akılsız şu Norveçliler bir duble yol ve birkaç viyadükle ulaşım sorunu  çözülecekken tünel üstüne tünel yapmışlar! Yemyesil doga ve genellikle yanibasimizda ya bir irmak ya bir gol hatta fyord. Tirmanislar Alplere yolculugumuz gibi yuksek degil elbette. Tren cesitli istasyonlarda duruyor, inenler, binenler... Bazen bisikletliler de binip iniyorlar. Daglarda envai cesit agaclar, ovalarda tek tuk sivri damli evler. Kim evini boylesi kus ucmaz kervan gecmez bir yere yapar??? Sehir insaninin aklinin almayacagi seyler bunlar! 12'ye dogru Myrdal istasyonuna variyoruz kalabalik bir Uzak Dogulu grup ve diger yolcularin buyuk bir bolumu burada iniyor. Bizim vagonda sadece biz kaliyoruz hatta. Kompartman gorevlisi bu istasyondan sonra bizi dipteki koltuga alip, diger tum koltuklarin yonunu degistirmeye basliyor. Bu arada tren hizli tren degil ama oldukca rahat, konforlu ve temiz. Biletlerde vagonlar, koltuklar belli! Duzen sonsuz! 13:00 civari Voss'a ulasiyoruz. Trenden inmeden gorevli Bergen tren yolunda calisma oldugunu, hafta ici gunlerde yola otobusle devam edildigini soyluyor. Bize otobuslerin kalktigi yeri de tarif ediyor. Zaten inince bir guruh oraya dogru segirtiyor ve Bergen'e gidecek otobusu bulmak hic de zor olmuyor. Otobusle de trenle olana benzer doga manzaralarindan fyortlardan, kopru ve tunellerden gecerek yaklasik 1 saat sonra Bergen'e variyoruz. Hemen bir taksiye atlayip merkeze ve balik pazarina (Fisketorget) cok yakin olan otelimize variyoruz. Yine ayni zincir Best Western Plus Hordaheimen'de kalacagiz.  Valizleri odaya atip cikiyoruz. Burasi bir fjort. U seklindeki girintinin birucundan Torget denen yere yani U'nun dip kismina yuruyoruz. Heryer yurume mesafesinde. 7 - 8 dakikada Fish Marketteyiz. Balik yenecek elbette. Once camekanla kapali balik pazarini geziyoruz, cesit cesit balik ve kabuklu deniz boculeri vitrinlerde. Denize yakin tarafta masalar da var. Az ilersinde de acik alanda tenteler altinda   balik tezgahlari var. Peynir, sarkuteri ve muhtelif berry'lerden satan sagli sollu daha kucuk tezgahlar da mevcut burada. Esas balik yenecek yerin burasi olduguna kanaat getirip (nedense!!!)  oraya yuruyoruz. Kapali yerdekiyle benzer manzara ama burasi daha otantik diye dusunup! Uzak Dogulu, İspanyol, İtalyan garsonlarin servis yaptigi yerde yemege karar veriyoruz. Yiyeceklerimizi onden secip seffaf naylonlarla cevrili masali bolume geciyoruz. Bir tabak somon, bir çöp eskalop, bir çöp dcampi dedikleri buyukce karides (jumbo degil ama) bir tabak da kucuk karides, bira ve su. Lezzet fena degil ancak tum "pazar" goruntusune ragmen bir onceki gun Oslo'da gayet şık Louise restorandakiyle ayni hesabi veriyoruz! Yaklasik 760 NOK!  Cok da memnun kalmayarak cikiyoruz. İlerdeki tezgahtan frabis alarak ilerliyoruz. Limanin karsi yakasina Bryggen deniyor. Burada sivri damli, renkli boyanmis yanyana evler var. Bunlar ..,,, sirasinda burada ticaret yapan Almanlar tarafindan inşaa edilmis evler ve depolar. Hemen hepsi ya muze, ya hediyelik esya dukkani ya da bryggery (biraci) olmus! German touch! 👍😉
Buraya yurumeden once az ilerdeki funikulerle tepeye cikip sehri tepeden gorme niyetindeyiz. Fløibanen denen funikulere return ticket alip hemen gelene biniyoruz. Her 15 dakikada bir var zaten ve yukari yaklasik 3 - 4 dakikada cikiyor. Tamami cam oldugu icin etrafi gorerek epey dik bir yamactan Fløyen denen tepeye variyoruz. Vagon ful, tepe de turist kayniyor. Yogunluk bilin bakalim hangi millet??? 😀🙈 tepeden sehrin goruntusu harika, ozellikle liman. Tabii bol foto cekiliyor ama oldukca serin ve fazla vakit gecirmeye de gerek yok. Donelim madem! Donus kuyrugunun baslarinda olmak hasebiyle on camin onundeki siraya kuruluyorum asagi inerken video cekme niyetiyle! Hizli cekim bir roller coaster tadinda olsun bari 😄🎢
Funikulerden inip gucten dusen telefonlari sarj etmek ve birer cay icmek uzere tam kosedeki Starbucks'a giriyoruz. Eski bir dostu bulmus gibiyiz 😊 Ve telefonlara bir can gelince cikip Bryggen tarafina yuruyoruz. Yanyana renk renk ahsap evlerin goruntusu cok sevimli. Muhtelif souvenirci icinden birinden Troll magnetleri aliyoruz (alinacak tek sey bizce!), muhtelif bar/biraci arasindan Una'yi begenip giriyoruz. Eh biralari denenmeli bir bugday birasi ve bir de IPA iciliyor sirayla (ki IPA gercekten guzel) yanci olarak da patates ve sogan halkalari super gidiyor! 
7 - 8 saatlik tren + otobus yolculugu uzerine Bergen'i kesfetme calismalari! Yorgunuz Leyla! O zaman hop otel, cup yatak! Sabah Nutshell'in esas turu 8:25'de trenle basliyor. Bu kez otelde 7:00'deki kahvaltiya yetisebilecegiz, yasasin!

2 Eylul Cumartesi
Sabah oteldeki kahvalti "idare eder" sinifinda! Yumurta, tek cesit peynir, biraz salam malam ve yogurt. Cay ve kahve de cabasi 😄 Istasyona gitmek icin taksi istiyoruz. Recep.teki genc "yurusenize, tas catlasin 15 dakika!" diyor! Biz? Ne munasebet! Atliyoruz taksimize pasalarrr gibi. Soforumuz de Turk cikiyor. Dogulu oldugu anlasilan abi 20 yil once gelmis. Simdi de TR'den Afrika'ya is yapiyormus ara ara gidip geliyormus. Bir yandan "buralar cok rahat, karisan gorusen yok" (ileri medeniyet) diyor, bir yandan da " Turkiye gibisi yok" diyor! Buyrun yaman celiskiye ey ahali! Soylemeye hacet uok, istasyona erken gelmisiz her nasilsa 😜 kenardaki kafelerden birine oturup trenin gelmesini bekliyoruz. Voss'a gidecegiz, yani dun otobusle geldigimiz yere. Haftasonu ya tren yolu acik! Tren geliyor, herkesle birlikte ayaklaniyoruz. Fakat o ne! Biz şok! Kafelerden cikistan trene dogru insanlar kuyruk olusturmus! Kendiliginden, tamamen dogal, tamamen organik ve tamamen otomatik 😳 Medeniyetin geldigi son nokta olabilir mi?!? (Tespit #2 heryerde internet ulasimi mevcut; kafeler, tren istasyonu, tren, sosyal ortamlarin hemen hepsinde ucretsiz internet. Bazi yerde sifre yok, sifre olan yerde de gorunur bir yerde yazili).
Trene biniyoruz, yerler numarasiz, buldugumuz koltuga oturuyoruz. İlk durak Voss'a yaklasik 1 saatte variyoruz. Oradan otobus terminaline gidip (ki dunden asina oldugumuz adres) orada bizi bekleyen otobuslerle Gudvagen'e gidecegiz. Nutshell yolculari icin organize edilen 5 Gudvagen otobusunden birine biniyoruz. Soforumuz kadin. Yine ormanlik ve %18 egimli hayli dik yamaclardan kivrila kivrila iniyor, Gudvagen'e variyoruz. Nutshell programina buradan teknekere binerek ve V seklinde bir fyordun icinde yol alarak devam edecegiz. Tum bu tren- otobus- tekne - kamyon/jip/bip sureci gayet iyi organize edilmis. Hersey tikir tikir ilerliyor. Gudvagen bir vadinin ortasinda, sessiz, huzur veren bir yer. Muthis bir dogal guzelligin icindeyiz. Hava da sansimiza oldukca gunesli. Tekneye biniyoruz. Tekne tasarimi da olaganustu! Iki yanda hafif rampalarla onde ve arkada kat kat yukselen guvertelere cikmak mumukun. Tabii on tarafa guverteye geciyoruz. Cok kalabalik degil, herkes istedigi yerden serbestce izleyebiliyor sahane manzarayi. Yemyesil bir vadinin icindeki kivrilarak devam eden suda ilerliyoruz. Teknede muhtelif milletten insan var. Bir de rehber esliginde gelmis bir Turk grubu var. Ayni ucakla Oslo'ya geldigimiz grup bu. Azimsanmayacak sayida Turk var aslinda gemide! Yaklasik 2,5 saat suren bu yolculugun cogu zamanini disarda kah arkada, kah on taraftaki guvertelerden birinde geciriyoruz. Arada birer sosis yemeyi de atlamiyoruz 😊 Buranin lokal birasi olan Sommer Ale tadiyorum, gayet iyi! 👍 Ve "V"yi tamamliyor Fläm'a yanasiyoruz. Burasi kucuk bir liman. Bizimki gibi teknelerin yanisira buyukce bir cruise gemisi de yanasmis. Burada gecirecek 3 saatimiz var. Sonrasinda meshur Fläm railway ile Myrdal istasyonuna gidecegiz. Oldukca sempatik bir yer. Yanastigimiz cephede bir otel, cevrede birkac hediyelik esya dukkani ve kafeler var. Biraz yuruyunce acik havada tenteler altinda yiyecek satan tezgahlar goruyoruz. Yine asiri abartili rakamlar (self servis, plastik kapta, banka oturup yemeli) balik corbasi 190 NOK (~85 TL)
Nedense hala sasiriyorum bu fiyatlari gorunce! Alisamadim gitti! Tamam zengin ulke de bu kadar da vur beline kazma olur mu? Oluyor, buyrun burda! 
Biraz hediyelik esya magazalarini geziyoruz, her yerde rastladigimiz troll magnet ya da biblolari, onlarin viking versiyonlari, Norvec usulu desenli kazak, corap, bere, kurklu sapka ve muhtelif giysi ve geyik postekileri (ozellikle kurkten ve yunden mamul olanlarin fiyatlari arş-ı âla mertebesinde!) Vagondan bozma self servis kafeden bir kahve almaya yelteniyorum, ucuncu denemede temiz bardagi bulup kahve doldurtuyorum. Acik havada gunesin altinda iciyoruz. Limanin biraz ilerisinde buyuk bir yesil alan var, bir kucuk de oyun parki. Parkta sallanan, kaydiraktan kayan cocuklar. Tabii Lila ve Yaman geliyor aklimiza (aslinda pek cikmiyorlar ya neyse!) Onlar bayilir cimenlerde gezmeye, yuvarlanmaya... 
Tum gezi boyunca bulundugumuz butun turistik mevkilerde asiri derecede Uzak Dogulu turist mevcut. Klasik fotograf cekme meraklarini fotograf makinasi dan telefona kaydirmislar! Herkes gibi tabii ama bunlar bir tik fazla! Yok aslinda en az 5 tik fazla! Cok dagurultucu ve kabalar! O Japon erkekleri tam hanzo. Geysalik muessesesi de cokmus azizim. Belki hizmet tarafi devam ama o tipler ne oyle allasen! Tip demisken, Norvec irki guzel tahmin edilecegi uzere. Ozellikle gencler gercekten guzel ve itiraf edeyim (Murat da uzulerek kabul etti) erkekler daha guzel! Viking soyu mudur nedir bilinmez ama "eline yuzune bakilir" cinsten kendileri 😄 Bebeklere gelince, cok bebek var, hepsi de birbirine benziyor (Yani bi nevi Uzak Dogulular gibi! Onlar da birbirinden ayirt edilemez ya!) Hepsi kavun kafali, nokta burunlu, boncuk gozlu ve bembeyaz ve cok tatli 😍 Bizim Yamiko gibi yani 💙
Fläm'a geri donersek, cayirli cimenli yerde biraz vakit gecirip istasyona yakin demiryolu muzesine gidiyoruz. Kucuk bir muze, Fläm demiryolu yapilirken kullanilan malzemeler, lokomotif filani gorup cikiyoruz. Trene binmeye az kalmis, klasik (medeniyet) kuyruk olusmaya baslamis. Eh biz de ucuna eklesiyoruz. Oyle bir atmosfer olusuyor ki kendiliginden kaynak ustasi Orta Dogulusu da, Uzak Dogulusu da saskin fakat uyumlu o duzgun kuyrugun bir parcasi oluyor, kimsenin onune gecmeye calismiyor! Medeniyet bulasici mi?
Bu kez bindigimiz tren eski moda, geleneksel bir tren. Myrdal'e yolculuk 1 saat surecek ve sadece 20 km gidecegiz! Biraz show kismi isin! Rotada oldukca dik yamaclar var. Egim 1/18 yukseklik 866 metre! Yola cikiyoruz tingir-mingir! Yerler numarasiz, acilan cami olan ve gidis yonunde bir koltuga kuruluyoruz. Daglarda tepeden inen selaleler. Bunlari teknede ve otobuste giderken de gormustuk. Ana burda gorduklerimiz daha cok ve daha gur! Ara ara anons yapiliyor sagimizda X gecidi, solumuzda Y selalesi, agac evler filan. Ve en buyuk selaleye (Kjosfossen selalesi) gelince tren duruyor. Bir seyir terasina bosaliyor vagonlar, herkes fotolar, selfieler filan derken, teknedeki Turk rehberin sesini duyuyoruz "Su kayalara bakin, dikkatli bakin!" Meger o grup da trendeymis! Neyse, konu o degil. O sirada bir muzik basliyor ve selalenin hemen yanindaki kayalara bakiyoruz dikkatle. Kirmizi fistanli sari sacli (peruklu) bir kiz dans etmeye basliyor, bir kac figur ve kayalarin arasinda kayboluyor, hop biraz otede yeniden peydahlanip yine dansa devam! Hop o da kayboluyor bir onceki yerden cikiyor. Boyle birkac batma-cikmadan sonra selaleye yakin olan sarisin bir asagi atlama efektiyle showu bitiriyor. Bu dans buradaki bir efsaneyi/soylenceyi temsil ediyor. Guzeller guzeli Huldra'nin hikayesi! Bir Norvec miti, erkekleri guzelligiyle bastan cikariyor, ormanin kuytularina cekiyor filan! Nasil? Ben begendim 😉 Bizim kirmizili uzun sari sacli kiz(lar) da Norvec bale okulu ogrencileriymis. Trene binip yola devam ediyoruz. Ve Myrdal'e variyoruz. Buradan da Oslo trenine binecegiz ve Nutshell tamamina erecek! Myrdal'defazla beklemiyoruz, trenimiz geliyor, biletimizde yazan numarali vagonumuzda, numarali koltuklara yerlesiyoruz. Yolculuk 4,5 - 5 saat surecek. Trenin restoran vagonuna geciyoruz. Hem birseyler yiyelim hem vakit gecsin. Ben sosisli ve bira istiyorum. Zira menu kitapciginda resmi gorunen somon tabaginin canlisi biraz farkli! Murat ise Ikea koftesi hayaliyle) kofte istiyor. Pek memnun kalmiyor. Olsun yolculuk gayet keyifli! Yerimize donuyoruz, biraz yazi biraz uyuklama, biraz sohbetle Oslo istasyonuna variyoruz. Saat 22:45. Ayni otelde kalacagiz. Artik istasyon da, otel yolu da avucumuzun ici gibi! Minnak valuzlerimizi suruyerekten vuruyoruz Karl Johans Gate'e. 10 dakikada oteldeyiz. Bu sefer odamiz en ust katta neyse ki biraz daha buyuk. Minik de bir mutfagi var. Burada otellerde genellikle bir kettle ve cay/kahve posetleri var. ikram! Birer cay iciyoruz. Ertesi sabah erken kalkma derdimiz yok. Kahvaltidan sonra Oslo'da gezilecek, gormedigimiz yerler gorulecek. Yorgunuz haliyle tumba!

3 Eylul Pazar
Sabah erkenden uyanip kostura kostura trene yetisme derdine dusmemek guzelmis. Kahvaltidan sonra check-out yapip, valizleri recep.e birakip biraz gezmek niyetindeyiz. Kahvalti bodrum katta, gayet basik ve sevimsiz bir mekan. Birseyler atistirip check-out yapiyoruz. Niyetimiz Vigelands heykel parkini gezip, bizim Cihangir benzeri GrunerLokka'ya gitmek. Ve bunu tramvayla yapmak. 12 nolu tramvay tam da bu rotada ilerliyor. Ana istasyondan gunluk bilet aliyoruz (90 NOK). Bir kucuk yon karmasasi yasandiktan sonra "sakalsiz" olan partinin dedigi yonde tramvay degistiriyor ve heykel parkinin tam onunde iniyoruz. Cok buyuk, cok yesil ve cok guzel ve dahi ciplak heykellerin bulundugu bir park burasi. Norvecli unlu heykeltras Gustav Vigaland'in eserleriymis. 214 adet granit ve bronz insan heykeli! Tamami ciplak. Cocukluktan yasliliga kadar yasamin cesitli evrelerini ve insana dair duygulari (mutluluk, ofke, huzun, nese gibi) anlatiyor her bir heykel. En yukarida da birbiri uzerine yigilmis 121 insan bedenini temsil eden, sutun seklinde buyuk bir heykel var. Heykellerden baska, agaclar, cicekler ve ozellikle guller de muazzam. Pazar olmasi sebebiyle mi bilinmez, oldukca kalabalik. (Gerci 7/24 saat acik ve ucretsiz!) Sagim-solum, onum-arkam cekik gozluler! Populasyonun en az %80'i! Sigara icip havayi bozan, heykellere sarilip resim cektiren, heykelin onunde uzun sure lak-lak edip yolu kapatan, yuksek sesle konusan, gulen cekirge surusu! Neyse, sinirlenmeyelim, burasi cok guzel. Hava da ortam da harika! Iyi ki gelmisiz. Parki gezip, gerekli fotolari da cektikten sonra yine 12 nolu bu kez ters yone giden tramvaya binip GrunerLokka nam yere gidiyoruz. Sokakta rengarenk boyanmis graffitili duvarlar, kucuk tasarim magazalari, kafeler, barlar var. Bir cafe zinciri olan Espresso Bar'a giriyoruz (kendisi Danimarka'da da mevcut). Birer kahve iciyor, muffin didikliyoruz. Sempatik bir yer.  Cikip rampadan asagi yuruyoruz. Tripadvisor marifetiyle bulunmus VulkanFisk'te balik yiyecegiz. Biraz yuruyup kucuk bir nehiri gecip saga donuyoruz. Eskiden depo olan ya da depo susu verilmis bir dans merkezi cikiyor karsimiza. Sonra cafeler, bistrolar yanyana. Ve Vulkan diye bir pasaj. Icinde cesitli yiyecek satan, kiminin restorani da olan yerler. Italyan gidalari, peynirci, sarkuteri, steakci ve bizim VulkanFisk de orda. Hem icerde hem disarda masalar var. Disardaki masalardan birine oturuyoruz. Somon yemek niyetindeyim ama balik olarak sadece "gunun" baligi varmis! Onun da ne oldugunu bilmeyen yari-ebleh garson oglan bi kosu sefe sorup geliyor. Tariften anlasildigi kadariyla dil baligi, yaninda patates ve bezelye puesi. Murat buna fit, ben degil! Ben bir balik corbasi istiyorum, bir de ortaya tereyaginda sarimsakli, acili karides! Benim corba cok guzel, dil baligi kendinden beklenen kadarini veriyor. Karides de guzel. Hesap da artik alismaya basladigimiz mertebede! Yemekten sonra cikiyoruz bakina bakina, tramvay duragina gidip ilk tramvayla otele donuyoruz. (Tespit#3 Neredeyse hic sigara icilmiyor buralarda. Elektronik sigara bile!) Saat 16:30'da limandan kalkip bizi Kopenhag'a goturmek uzere bekleyen bir feribotumuz var. Bir taksiyle DFDS (Oslo - Kopenhag arasi gidip gelen ferry hatti) iskelesine geliyoruz. Biletimiz Istanbul'dayken alinmis, referans numarasini alip oda giris kartlarimizi basiyor gisedeki kiz gulumseyerek ve iyi yolculuklar dileyerek. Norvec'te herkes, gisedeki memurdan, trendeki konduktore, restorandaki garsondan sokaktaki insana, herkes son derece guler yuzlu ve yardimsever. Eldeki "pass"larla gemiye hemen giriyoruz. Bu vesileyle de Danimarka topraklarina girmis oluyoruz. Hemen kamaramizi bulup yerlesiyoruz.  5. katta, deniz manzarali normal yatakli bir kamara. (Deniz manzarali olmayan ve ranzali secenekler de vardi. Ve tabii ki daha buyuk delux secenekler de. Biz bileti alirken bu tur bir kamara sectik. Gayet de memnun kaldik.) Valizleri kamaraya atip hemen kesfe cikiyoruz. Feribot 11 katli kocaman bir gemi. Cesitli temali, restoranlari, barlari, kafeler, kumarhane, butik, spa alani ne ararsan var icerde. Soylemeye gerek yok etrafta 72 milletten insan, ama ille de Uzak Dogulular bas rolde! Once aksam yemegi icin 7Seas restorana rezervasyon yaptiriyoruz. Rezervasyon saat dilimlerine gore 18:15'ten 20:15'e kadar secenekli. Biz 20:00'ye rez. yapiyoruz cekirge surusu biraz olsun hafifler diye. Sonra da arka guverteye kurulup kalkisi bekliyoruz. Gayet dakik kalkiyor feribot ve yavas yavas fyortun icinde ilerlemeye, Oslo limanindan uzaklasmaya basliyor. Oslo'nun cevresi (ya da fyordun ici demek daha dogru) adalarla dolu. Ve hemen hepsinde yerlesim var. Kimi adada tek tuk evler, kimisinde daha mahallevari yerlesimler.  Bize eslik eden sahil koruma botlari, seyir halinde irili ufakli tekneler, yelkenliler ve muthis bir doga! Ortam muhtesem! On guverteye geciyoruz, sagli sollu kiyiyi izleyerek keyifle suruyor seyir. Bir ara guverteye bakiyorum biz ve Avrupali oldugu anlasilan tek cocuklu bir cekirdek aileden baska herkes cekik gozlu (taktim walla 😂😂)! Gunesin etkisi azalip ruzgarin etkisi artinca ceketler, ruzgarliklar, kapsonlar, sapkalar ve hatta sapka uzerine sarilan sallar (bu hali pek begenip sosyal medyada paylasmalar! 😉) filan devreye giriyor. Fyorttaki en dar noktayi da gectigimizi gozumuzle gorup(!) iceri giriyoruz. Butik acilmis biraz dolasiyoruz. Icerde kucuk bir freeshop da var. Ama alinasi pek birsye yok, cikiyoruz. Bu arada programa bakiyoruz, aksam barlardan birinde cilgin eglenceye davet ediyor Kaptan. Eh gideriz elimize mi yapisir! Ne yazik ki kumarhaneye gidemeyiz, dress code Noble!!! imis! Hay allah, ne uzulduk! Saat 20:00 oluyor ve 7Seas restorana giidyoruz. Giristeki hostes yerimizi gosteriyor. On tarafta, cam kenarinda, dolunaya karsi gayet guzel bir masa. Biz otururken yan masadan temiz catal-bicak asiran cekik gozluyu azarliyor hostes kiz. Fakat adam piskin anlamazdan geliyor, bu kez daha keskin geliyor talimat! "Temiz catallar servis alanindan aliniyor dedik!" Adam aldiklarini birakip servis alanina yoneliyor artik caresiz! Yemek fena degil. Acik bufe muhtelif deniz mahsulu, salata ve sarkuteri, ana yemek olarak et, tavuk, sebze de var. Sarap ve cola da eslik ediyor gidalara. Peynir cesitleriyle de kapanisi yapiyoruz. Karnimiz ziyadesiyle doydu, bari gidip kaptanin cilgin eglencesine katilalim. Programda yazan bara gidiyoruz. Sahnede sarki soyleyen, parlak kostumler giymis 2 kadin 2 erkekten olusan bir grup! Musamere tadinda, oturup devamini izlemeye degmez. Ne yapiyoruz? Cikiyoruz! Biraz daha dolanip tumba! 
4 Eylul Pazartesi
Sabah 7:30 civari uyaniyoruz. Danimarka sularina girmisiz. Daha dogrusu Danimarka ile Isvec arasindan Kopenhag limanina dogru ilerliyoruz. Gece yemek yedigimiz salonda kahvaltiya gidiyoruz. Kahvalti  acik bufe, cekirgeler dort bir yanda! Bir masa bulup oturuyoruz. Kahvalti Best Western Oslo'dan hallice. Geminin bir yakasinda Isvec, bir yakasinda Danimarka manzarasi! Servis yapan gorevli cep telefonlarina gomulenleri uyariyor, "facebook'a herzaman bakarsiniz. Manzarayi kacirmayin. Tekrari yok!" Adam hakli! Kahvalti sonrasi odaya donup son kalan ivor ziviri da valizlere tikiyoruz. Saat 9:30'a geliyor ve komsular ufak ufak bavullariyla odalarda ayriliyor. Eh biz de cikalim madem! Cikisin yapilacagi alana geliyoruz, yavas yavas burasi iyice dolmaya basliyor ve gemi yanasiyor!
Daha onceden de sozlestigimiz uzere, Danimarkali is arkadasim (simdi ailece de gorustugumuz) Jesper bizi sabah Kopenhag limaninda karsilayacak. Bir sehir turu ve geleneksel Dan sofrasinda ogle yemegi sozu var! Cikista bizi bekler buluyoruz. Once bir liman turu, sonrasinda limanin cevredeki adalarin mimarisi, tarihcesi, simdiki kullanimi gibi konularda bilgi aliyoruz kendisinden! Danimarka gecmiste son derece saldirgan bir ulke! (Viking kani da var tabii!) O yuzden de ordu ve ozellikle donanma cok onemli. Tum sistem nerdeyse donanma alt yapisindan ortaya cikmis. Norvec ile siki yonetsel baglari var. Bir onceki kralin amcasi Norveclilerin istegi uzerine Norvec krali olmus. Kiyidaki parkta geziyoruz, donanma, Kraliyet yati, kiyilar arasi gezinti ve toplu ulasim tekneleri, Arhus'a giden deniz ucagi, Opera binasini goruyoruz. Meshur "deniz kizi" heykelini ihmal etmiyoruz. Cok meshur bu heykel ama oldukca kucuk bir sey! Boyutunu gorunce hayal kirikligi oluyormus insanlarda! Bizi pek etkilemedi ne olumlu, ne olumsuz! (Aslinda kiyida yuzen kugular daha ilginc) Gorduk mu gorduk! Foto da cekindik! Daha ne! Park boyunca yuruyup bir onceki kralin heykelini goruyoruz, (bol dovmeliymis bu Kral Frederic ve biraz ickici!!) Anglikan kilisesini geciyoruz, yaninda sevimli bir golet. Uzerindeki bir iskeleden gecip askeri birligin bulundugu bir alana giriyoruz elimizi kolumuuz sallaya sallaya. Koyu sariya boyanmis yanyana bitisik iki katli binalar askeri ofislermis. Hala askeri alan fakat ayni zamanda turistik bir yer! Tepede devriye gezen silahli bir asker, yanindan jogging yapan bir kiz geciyor! Bu aliskin olmadigimiz goruntulerden sadece biri! Kralicenin sarayinda nobet tutan muhafizlar da burada kaliyor. Kilisenin ve birligin acildigi parkin adi Churchill Park, savas sirasinda Ingilizlerdn aldiklari yardimin anisina bu parki Churchill olarak adlandirip bir de bustunu dikmisler. Parkta hala siginaklar var. Cografi olarak Kopenhag Amsterdam'a cok benziyor; cok sayida kanallar var. Kanallarda muhtelif gezinti teknelerinden baska ev olarak kullanilan tekneler de var. Bunlarin kirasi ya da satin alma degeri oldukca yuksekmis. Guvertesinde cicekler, pencerelerinde perdeler ve dekoratif susler bulunan sevimli yasam alanlari oldukca populermis. Burdan ayrilip nobet devir teslimini gormek uzere Kraliyet sarayina gidiyoruz. Arabayi park edip Kraliceye, Veliaht Prense, devlet islerine (bir nev'i Divan) ait saraylarla cevrili bir meydan. Oraya da el kol sallanarak girilebiliyor. Her binanin onunde muhafizlar, cevrede silahli polisler ancak baska bir onlem yok. Alan epey kalabalik (Toplulugun cogunlugu hangi millet? Bildiniz!) gorevi devralacak muhafiz grubu uygun adim alana giris yapiyor bir toren esliginde once kralicenin residansindan baslayarak degisiyorlar. Herkes yigilip foto video cekmeye calisiyor. Devriye gezen polis yankesicilere karsi kibarca uyariyor. Bir heyecan video mideo cekmeye calisiyorum ama bakiyorum ki bu kadar debelenmeyi gerektirecek bir durum yok. Bizim Dolmabahce muhafizlari ornegin (hem fiziksel, hem torensel olarak) cok daha izlenesiydi. Neyse, ayriliyoruz. Hemen yakinlarda Christiania denen yere geliyoruz. Burasi 70'lerin basinda marjinal gencler, sanatcilar ve hippilerin gelip yerlestigi, kendi kurallari ve kendi yonetimi olan sehrin gobeginde ozgurlugunu ilan etmis bir yasam alani. Bir utopya! Cikista "Su anda AB topraklarina giriyorsunuz!" tabelasi var!!! Su kenarinda, 35 hektarlik yesil bir alanda rengarenk evler, kulubeler, studyolar, atolyeler ve hediyelik esya (ve ot!!!) satan tezgahlar var. zamaninda polis bu insanlari burdan atmaya kalkismis ama halkin baskisi ile geri adim atmislar. Simdi kimse ilsmiyor! Bir anlamda ozerk bolge, vergi de vermiyorlar! Ot serbest, zaten havadaki kokudan da cok belli (bu anlamda da Amsterdam'i cagristirdi). Bir de kendi adlariyla tasarladiklari sepetli bisikletleri var ki iyi satiyormus. Hemen fotograf video cekmelere baslaniyor tabii! Fakat bir ara biri Murat'i durdurup kibarca foto cekmemesini istemis, hatta cekilen fotolari telefondna silmis! Bu durumda fazla israrci olmayalim, cekilmis fotolardan da olmayalim! Caktirmadan bir iki poz daha yeter! Bu ilginc ve cilgin atmosferden cikip yemege gitme vaktidir. Jesper bizi soz verdigi geleneksel Danimarka yemekleri yiyecegimiz bir aile isletmesi Tigoli Hallen'de Frokost restorana goturuyor. Bir iki basamakla inilen yari bodrum kati, cok sevimli bir yer. Onden herring baliginin muhtelif cesitlerinden deniyoruz, masaya ekmekle beraber teeyag ve ordek yagi (duck fat) de geliyor. Geleneksek olarak ekmege ordekmyagi surulur, uzerine de balik konup yenirmis. Eh biz de oyle yedik elbette. Ana yemek olarak Murat Dan usulu kofte, bense "open face sandwich" dedikleri o meshur cok tahilli ekmek ustune muhtelif et, tartar, balik, pate vs ile hazirladiklari acik sandwich cesitlerinden roastbeefli olanini ismarliyorum. Ikimiz de cok begeniyoruz yediklerimizi. Uzerine kahve ve minik cookie atistirmaliklar. Jesper'a tur ve yemek icin tesekkurlerimizi sunuyoruz, (sagolsun) bizi otelimize de birakip evine donuyor. Booking.com'dan buldugumuz ve sehre yakin oldugu icin digerlerinin uzerindeki fiyatini sineye cektigimiz otel muazzam bir yer cikiyor. Bir spa ve tasarim oteliymis megerse! Giris deri koltuklar, uzerlerinde postekiler, yastiklar. Asansore giris  sanayi buzdolabi kapisindan! Harika bir havuzu var! Odamiz ise minik bir suit, muthis bir tasarimi var, giriste kucuk mutfak (harika bit kettle), oturma alani deri koltuk, kocaman duz ekran tv, yatak kismi bir duvarla ayriliyor, dort kosesinde sutunlar ve perdeler. Banyo da super, armaturlerin, havlu askilarinin tasarimi harika. Hersey hersey cok guzel gorunuyor. Aksamustu Murat'in kuzininin kizi Burcu ile bulusacagiz. Mesajlasiyoruz, 16:30'da Nyhavn'da bulusmak uzere sozlesiyoruz. Nyhavn eski sehir bolgesinde ortasinda bir kanal ve iki yaninda rengarenk binalarin, restoran ve barlarin (eski caglardan beri!) bulundugu, kanaldan eski yeni teknelerin demirledigi tablo gorunumunde bir yer. Arka tarafinda alis veris caddeleri, cafe ve restoranlar mevcut. Recepteki cocuktan bilgi alip biraz ilerdeki kopruyu gecerek Forum metro duragina yuruyoruz. 10 dakika bile surmuyor. Bu istayondan ayni yone havaalani hatti da geciyor. Bu durumda yarin havaalanina metro ile gidilecek. Murta bavul cekilir mi bunca mesafe diye itiraz edecek oluyor ve geri puskurtuluyor. Bavul dedigi cabin size minnaklar! 2 durak sonra Nyhavn'dayiz. Burcu ile bulusuyoruz. Bizi ofisine de goturuyor. Harika dekore edilmis eski bir bina Best Seller head ofice! Kendi odasi en ustte ve asansor yok. Murat gafil avlanarak en ust kata kadar tirmnaiyor. Kendi de sasiyor! 😄 Sirketin yonetimini, calisma saatlerini, fazla mesaiye tepkilerini, iisn yani sira sosyal hayata, sagliga da verdikleri onemi dinleyip buranin bambaska bir dunya olduguna bir kez daha kanaat getiriyoruz. Eh dile kolay burasi duntanin en mutlu insanlarinin yasadigi ulke! Fazla mutluluktan intihar eden insanlar! "O ha!" diyesim var! Dedim hatta😄 Burcu bizi Madklubben adinda bir restorana goturuyor. Burasi bir zincir aslinda. Kurucusu burayi cazip hale getirip satmis ve gayet yaratici bu sahsiyet farkli konsepte sahip restoranlar acip satiyormus. Yemekler set halinde, baslangic + ana yemek (ve side dish'ler) + tatli seklinde sabit fiyatla (300 DKK) sunuluyor. Her ogun icin oldukca zengin et, balik (istakoz dahil) ve vegetarian secenekler var. Gayet de lezzetli. Burcu ile cok keyifli bir sohbet esliginde gayet guzel bir yemek yiyoruz. Burcu ertesi gun erkenden bir toplantiya sehir disina gidecegi icin cok da sallanmiyoruz. O evine biz de metro ile geldigimiz yoldan otelimize gidiyoruz. 

5 Eylul Sali

Son gunumuz! Donus ucagi saat 18:40'da! Yani sehirde vakit gecirecek hatri sayilir bir zaman var! Sabah kahvaltiyi otelde yapmaktan imtina ediyoruz zira, odadaki cay ve kahveler gayet organik ve bitkisel ve dahi cevresel! oldugu icin siyah cay ve kafeinli kahve olmama ihtimalini goze alarak disarda kahvaltiya karar veriyoruz. Metroyla onceki aksam gittigimiz Nyhavn'a gidecegiz. Otelin diisna cikip metroya yollandigimizda orta siddette (hatta siddetli) bir sok yasiyoruz. Caddede onlarca, yuzlerce bisikletli! Hurraaaa onumuzden geciyorlar, sank bisiklet yarisi! Her yas grubundan kizli erkekli, coluklu cocuklu, kopekli, yani-onu-arkasi sepetli hic gormedigimiz kadra cok bisikletli! Yolun ic kenari bisikletlilere ayrilmis durumda. Trafik isiklarinda bekliyorlar, yesil yandi mi haydaaa akin akin pedal pedal! Biz resmen sok! Koyden indim sehire! Bir de bisiklet yoluna girerseniz gayte acimasiz oluyorlarmis! Aman diyim! Yaya yolundan cikmayarak metroya yuruyoruz. Nyhavn'a gelip kahvalti edecegimiz bir yer aramaya basliyoruz. Limanda manzara enfes! Oyle bizdeki ya da Amerika'daki gibi cok kolay degil kahvaltici bulmak. Ara sokaklarda geziniyoruz, restoranlarin pek cogu hazirliklara baslamis ama kahvalti yok! Neyse... Norvec'te de sikca gordugumuz taze meyve suyu ve cafe zinciri Joe and the Juice'tan baska secenek yok gibi. Giriyoruz omlet ve meyve suyu, sonrasinda da kahve... Buraya kadar gelmisken bir Danish yeme cabasindayiz bir yandan da (yani ben!) Yok mu soyle oz hakiki Danish yapan bir firin??? Internetten bakiliyor 3 isimden ikinciisnin adresi yakin gorunuyor. Oraya segirtiyoruz tazecik citir citir Danish hayaliyle ve fakat tezgahta gordugumuz cesitler pek de cazip degil! Sanki cok taze degiller, biraz kuur, biraz ezik... Olsun goruntuye aldanmamali, gelmisken denemeli! Ama goruntu ve tad gayet paralel. Pismanlik, hayal kirikligi, luzumsuz kalori yuklemesi, hepsi ️ Bitirmeden cikiyoruz. Alisveris merkezine dogru gidiyoruz, biraz dolasiyoruz, bir iki dukkana girip cikma, Murat'in telefon trafigi, oglen oluyor. Hemen meydandaki TGI' yi gozume kestirmisim! Donerayak biraz pislik (hamburger+patates+bira) fena olmaz. Yemek sonrasi artik otele gidip valizleri almali, metro marifetiyle havaalanina avdet etmeli... 


16 Ağustos 2013 Cuma

Heidi ilen Peter Alplere gider...

(5 - 9 Ağustos 2013)

Hiç bu kadar spontan, bu kadar hızlı karar verip çıkmamıştık yola. Uzun yola yani. Yoksa sıkılıp hadi bir dolaşalım diyerek Tekirdağ'da köfte yemişliğimiz vardır. Ama bu seferki istikamet İsviçre kadar uzak! 3 Ağustos Cumartesi sabahı, 50 yaşımı idrak ettiğim günü sabahı yani, bayramda nereye gitsek; Midilli mi, Erikli mi? Yoksa Assos mu? Şile olsa? Selanik, Atina da seçeneklerin arasında. Arabayla gidilsin, zamanlama tatilin ortasına doğru otursun, bayram trafiği eziyeti olmasın... Bu kadar fazla parametre olunca zihnin duvarları genişliyor herhal ve birkaç hafta önce konuşup sonra vazgeçtiğimiz İsviçre (daha doğrusu Murat Bey'in kafaya koyduğu Glacier Express) sevdası yeniden canlanıyor. Miller hesaplanıyor, durum fena değil. Uçak bileti alınıyor, tren rotaları hesaplanıp, Booking.com marifetiyle otellere rezervasyonlar yapılıyor. Hatta ne olur ne olmaz Glacier express biletleri bile alınıyor. Hatta ve hatta trende yemek için voucher dahi organize ediliyor. İlk durak Zurich! Fazla kalmayıp, bir arkadaşa bakıp (bir de tren bileti alıp) çıkacağız. Trenle doooğru St. Moritz'e, o gece orada kalıp ertesi gün sebebi ziyaretimiz "Glacier express"le o hattın son durağı Zermatt'a 8 saatlik bir yolculuk. Glacier Express nam bu trene "the slowest express of the world" dünyanın en yavaş ekspresi diyorlar. Alplerin arasından salına salına gün boyu yol alıyor.
Bir nev'i seyir treni. Deneyimler ilerleyen günlerde, ilerleyen satırlarda paylaşılacaktır. O gece Zermatt'ta kalınacak sonraki gün yine trenle Zurich'e dönüş. Bol trenli bu seyahat Sayın Üstadım'ın Trans Sibirya sevdasını bir nebze askıya alır kanaatindeyim. Bu kadar hop in hop bin tadında bir yolculuk için backpack kıvamı hazırlanmak gerekir. Hayatımın 5 günlük fakat hala küçücük bir cabin-size'a sığacak kompakt valizini yapıyorum. İsteyince oluyormuş. Murat çok şaşırıyor, hatta uçakta kaç ayakkabı aldığımı bile soruyor :) Murat'a da bir cabin-size, tip ve top şeklinde çıkıyoruz yola, Pazartesi sabahı gayet erken mutad mutad... Uçağımız 11:40'da ve fakat biz 8:40 gibi havaalanındayız. Lounge'da güzel bir kahvaltı ve uçuşa geçiş...
Rötarsız, kalkışta az turbilanslı bir yolculukla Zurich havaalanına varıyoruz. Tabelada gördüğümüz İstanbul gelişli banttan bavulumuzu almak üzere beklemeye başlıyoruz. Bavullar parti parti azar azar geldiği gibi bizim miniklerden eser yok. Ama daha bekleyen var deyip avunuyoruz, ben bir yandan ya gelmezse diye hafiften meraklanmaya başlıyorum, zira, "an itibariyle" trene atlayıp ora-bura, yollardayız daima (ne veciz, ne veciz!) Murat "boşver, en kötü iki parça birşeyler alıp devam ederiz" diyor, ben için için nasıl bir tazminat istesek yaklaşımındayım. O ara bir görevli "Turkish Airlines" diye bağırarak geldi. Meğerse bizim beklediğimiz bant aynı saatte inen Pegasus'un bantıymış, THY bantı iki yandaymış, derhal o tarafa seğirtiyoruz, bizim minikler boynu bükük, tek başlarına dönüp duruyor bantın üstüde. Kavuşmanın verdiği keyifle doğru tren istasyonuna.

İstasyon hemen karşı binada, alt katta. Önce 10 dakikalık bir yolculukla Zurich ana terminale, oradan tren değiştirip Chur trenine biniyoruz. Murat'a göre Çör, Çur, Çörç hatta Körs bile dedi! Hayır kondüktöre de "Çör'e kaç durak kaldı?" filan gibi sorular soruyor, kadın anlamaz anlamaz bakıyor. Neyse ki yanında dil ustası, kontrol hastası ben varım da müdahale edip doğru telaffuzu yapıştırıyorum. (Chur; Kur ya da Hur okunuyor bu arada, u kısmı biraz uzatılarak!) Hayır gitmek istediğimiz yere varamayız alimallah!!! 1,5 saat kadar sonra  muhtelif kasaba-şehirlerde (İstanbul insanı için orta kalibre bir site populasyonunda, ama şehir denen yerlerde) durarak Chur'a varıyoruz.
Orada da yine tren değiştirip St. Moritz trenine atlıyoruz. Hop in hop bin demiş miydim? Bu seferki trenimiz Regional Express (daha öncekiler IC, EC gibi şehirler arası hızlı trenlerdi) hemen her istasyonda duruyor.


Domat/Ems gibi isimleri olan muhtelif istasyonları geçiyor, yavaş yavaş tırmanmaya başlıyoruz.
Chur'da rakım 585 m. idi, varış noktamız St. Moritz ise 1775 metre yükseklikte! Tren bildiğimiz banliyö treni, camlar açılıyor, yarı beline kadar sarkmak mümkün. Hava oldukça sıcak. Yemyeşil vadilerden geçiyoruz ara ara, herbirinin kendi hikayesi ve tarihi olan, kimisi 5.000 yıllık yerleşim alanları var ve onların istasyonları.


 

Vadiler çepeçevre dağlarla çevrili, hep ağaçlık... Arada açık yeşil renkte akarsular dağların arasından kıvrılarak devam ediyor.
Onlarca köprü, viyadük ve onlarca tünelden geçiyoruz. Hızlı artan irtifa sebebiyle tren yolu sekizler çizerek inşa edilmiş. Özellike Albula vadisinde dönme dolap tadında bir yolculuk yapıyoruz. Ve meşhur Albula tüneli yaklaşık 6 km ve tünel ani irtifa artışı nedeniyle spiraller çizecek şekilde yapılmış.

Tünele girince tren birden hızlanıyor, içeriye soğuk hava girmeye başlıyor. Hızın da etkisiyle vagonda küçük çaplı bir fırtına simulasyonu. Camları kapatıyoruz. Burnum donuyor adeta! Az önce sıcaktan patlıyorduk!Biraz daha yol alıp St. Moritz istasyonuna varıyoruz.  Burası kışın çok daha kalabalık muhtemelen. Çevrede balkonu çiçekli hoş evler, "chalet"ler, oteller... Otelimiz buraya 15 dakika mesafede Pontresina diye bir mahallede, taksiye atlayıp varıyoruz Hotel Rosatsch'a. Burası da kışın "kayakçıların rağbet ettiği" bir yer olsa gerek. Yazınsa hiker'lar ve biker'lar heryerde. Otel gayet şirin görüyor, SPA'sı da var. Saat 7'yi biraz geçiyor. SPA'nın 8'e kadar açık olduğunu öğrenip, üstümüzü değiştiğimiz gibi (hazırlıklıyız, mayolar yanımızda) koşar adım SPA'ya... Saunada 3 dakika, buhar odasında 5 dakika, havuzda 6 dakika ve jakuzide 15 dakika kalıp hızlandırılmış SPA turumuzu tamamlıyoruz (hatta Murat duş ararken ben hamakta 4 dakika kadar dinlenip "zen" olayını taçlandırıyorum). Odaya gidip üstümüzü giyip birşeyler atıştırmak için dışarı çıkıyoruz.
Biraz yukarı yürüyüp otelin hemen karşısında Panorama bistro gibi yerden başka alternatif var mı bakıyoruz. Yok! Dönüp ilk gözümüze kestirdiğimiz karşı dağlara nazır panoramik bistroda masalardan birine oturuyoruz. Hava gitgide serinlemede. Murat gulaş, ben schnitzel siparişimizi veriyoruz. Murat zerosunu içerken ben yarım litre Schneider Weisse götürüyorum dağların ve akşamın alacasına karşı... Bütün gün uçaklı trenli yol gitmişiz, yorgunuz, o zaman n'apalım? Otele gidip zıbaralım!
Sabah 7'de kalk var. Kahvaltımızı yapıp, St. Moritz tren istasyonuna 10'da kalkacak Glacier Express'e yetişeceğiz. Sonra o Alp senin, bu Alp benim Zermatt'a kadar yolumuz var. Kahvaltıya iniyoruz, büfe gayet zengin; envai çeşit peynir (eh olsun o kadar bura peynir diyarı), reçel herşey... Zeytin bile var, tadı kötü ama olsun. Muhtelif ekmek çeşitleri ve croissantlar da leziz. Kahvaltıdan sonra check-out ve otelin aracıyla tren istasyonuna transfer. Rosatsch Oteli beğendik, tavsiye ederiz. İstasyonda bizim Glacier kız gibi duruyor.
Daha vakit var, info'da elimizdeki biletleri gösterip yerlerin yanyana olup olmadığını kontrol ediyoruz. Yanyana değil ama karşılıklı koltuklarda ve fakat cam kenarı değilmiş :( Cam kenarı ikili yer bulunmadığını da öğreniyoruz. Eh n'apalım, kader! İdare edicez artık. Bu arada vagonumuzu buluyor hatta dışardan koltukları bile tespit ediyoruz. Masa örtüleri yayılmış.
Öğlen yemeği seçeneğini daha bilet alırken OK'lemiştik, onlar da sofrayı kurmuş! Afferin... Yerimizi alıyoruz, karşılıklı ikişer kişilik koltuklar ortada ise masalar. Herkese yolculuğu/rotayı kısaca anlatan kitapçıklar ve kulaklık bırakılmış. Rotada numaralanmış yerlerden geçerken kulaklıktan orası hakkında bilgi almak mümkün. Gavur yapıyor yaptı mı! Sofrayı kuran teyzem birşey içermiyiz soruyor. "Sonra" diyoruz, o arada kondüktör geliyor, yanımıza rez yapanların (ki cam kenarı onların yeri) Chur'da bineceğini söylüyor.
Ohhh Chur'a kadar rahatız, hatta o kadar rahatız ki bizim vagonda bizden başka kimse yok! Henüz!!!
Glacier Express vagonları iki yanda tavana kadar kocaman camlı nispeten daha rahat kompartmanlardan oluşuyor, aynı trende normal (dün geldiğimiz gibi) vagonlar da var. Yol alıyoruz, dün geldiğimiz yolun, daha büyük panoramik ama açılmayan camlı vagondan "sağlaması" gibi birşey. Ama bu kez daha enformatif. Kulaklıktaki abi bilgiler veriyor zaman zaman. Şu meşhur uzun spiral tünelden tekrar geçiyoruz, Preda - Bergün arasındaki Albula tüneli tam 5,865 km! Bu güzergahta bazı yerler Unesco World Heritage kapsamında. Thusis-Tiefencastel arasında 20 km.lik yolda 138 köprü varmış! Ve mebzul miktarda viyadük... Bergün'de Heidi filminin çevrildiğini de öğrendik bu arada.

Yolda manzara muhteşem; açık yeşil halı gibi bir zemin üzerinde yer yer kasabalar, balkonları kırmızılı pembeli çiçeklerle süslü ahşap evler, tepelere doğru koyu yeşil ağaçlar.
Dağlık yamaçlarda yol alıyoruz, aşağısı uçurum, yukarı doğru dağın yamacı yükseliyor. Aşağıda ise hep bir su akıyor. Kimi zaman uçurumun dibinde, kimi zaman demiryoluyla aynı seviyede. Suyun rengi açık yeşil, şu Nil yeşili dediklerinden ama Nil'le ilgisi olduğunu sanmam ( Hatta Nil'in bu renk olduğunu hiç sanmam!) Kıvrıla kıvrıla yol alıyor tren.
12:30 civarı Chur'a varıyoruz. Bizim komşular, Çinli genç bir çiftmiş meğerse. Önce bize ayrılan yere sıkışmaya çalışıyoruz, sonra onlar arkadaki koltuğa geçiyorlar. Bu arada yemek servisi de başlayacak. Bir de bakıyoruz servis yapan teyze onların tabağını çatalını alıp arka koltuğa geçiriyor. Sonrasında anlıyoruz ki bu kompartmanda biz ve genç Çinli çiftten başka kimse olmayacak. Peki o rezerve edilmiş yerler? Gelmeyenler kendileri kaybeder! Chur istasyonunda normal vagonlar ayrılıyor, bizimkiler gibi panaromik vagonlar takılıyor ve ver elini dağlar yeniden. (Faydalı bilgi: St. Moritz yükseklik 1.775 m, Chur ise 585 m). Bu Glacier vagonların panoramik görüşü iyi de güneş gelen taraf insanı fena yakıyor, üstelik camdan foto çekince yansıma yapıyor (herşey denendi, cama yapışık, camdan uzak, gölge alan vs, ille birşeylerin yansıması manzaranın içinde, hiç değilse tayf benzeri bir görüntü oluyor resmin içinde) Bu arada bu seyahatin sebebi arkana yaslanıp içkini yudumlarken manzaranın keyfini çıkarmak mı? Yoksa, zırt pırt resim çekmeye çalışıp anı kaçırmak mı? Tartışılır! Yolun bu tarafında o kadar çok köprü, tünel, viyadük geçmek yok, dağın kıyısından yol alıyoruz. Zaman zaman da dik yamaçlara tırmanıyoruz. Bu yamaçlara gelindiğinde rayların ortasında yer alan dişlilere takılıyor lokomotifler.
Yoksa biraz zor buraları çıkmak ve inmek de hatta. Dağın bir yamacında yol alırken diğer yamaçtaki yerleşim alanlarını görüyoruz. "Yüksek yüksek tepelere ev kurmuşlar!" resmen. Alt taraf uçurum. Biraz Ayder yaylası, biraz çocukluğumuzun Heidi'sinin köyü, manzaralar akıyor. Köylerde besili inekler meraya yayılmış, dünyanın peynirine, çikolatasına süt sağlamakla meşgul.  Dağlara çıktıkça keçiler var, bizimkilere göre epey irice. Arada küçük istasyonlarda duruyoruz. Bazı yerlerde karşı dağın görünmeyen tepesinden bir teleferik bizim geçtiğimiz yana geçiyor. Arada düşse parçası kalmaz hesabı! Gittikçe yükseliyoruz, Disentis diye bir istasyonda duruyoruz 1130 metre! Sonra bu yolculuğun en yüksek noktası Oberalppass 2033 metre!
Yan tarafta akan su berdevam ama bu yörelerde renk griye çalmaya başladı! Kayalarla aynı renk adeta. Kah çılgın akıyor tren yolunun yanında (ters istikamete doğal olarak), kah daha zayıf ama hep gri. Her çıkışta ortadaki dişliye bağlanıyor tren ve normalde gayet sessiz giden vagonlar hafiften takırdamaya başlıyor. Düze gelince çıkıyor "yedek tekerlekler". Bir de arada durup karşıdan gelen treni bekliyoruz, her seferinde anons ediliyor. 3 dilde öğrendik "karşı istikametten gelen treni bekliyoruz, geçince yolculuğumuza devam edeceğiz" demeyi :) Yolun devamı dağ aşağı Andermatt (1435 m), Brig (670 m), Visp (658 m) ve tekrar yükseliyoruz son durak Zermatt'a doğru. Bu çevrede 4000 m'yi aşan 38 dağ varmış. Esas kız ise Matterhorn dağı :) Saat 18:00 civarı Zermatt tren sitasyonuna varıyoruz. Buraya araba girmiyor. Taksi, shuttle, otobüs, akla gelecek her türlü taşıt kutu gibi küçük, elektrikle çalışan aygıtlardan oluşuyor.
Kutu taksilerden birine atlıyoruz. Yaklaşık 5 dakikada otelimiz Hotel National Zermatt'a varıyoruz. Buradaki tüm binalar gibi koyu kahve ahşaptan, balkonları rengarenk çiçeklerle bezeli şirin bir yapı. Hemen yanından bir nehir akıyor. Recepteki kız çok konuksever, hemen check-in yapıp bize welcome drink öneriyor, bavullar arada odamıza gönderiliyor. Ben bir beyaz şarap, Murat da zerosunu dışardaki verandada alıyoruz. Burada Amerikalı bir grup rehberlerinden şu İsviçreli dağlıların çaldığı uzuuun boru gibi çalgı ile ilgili bilgi alıyor. Adına Alp borusu deniyormuş, çoban borusu diyen de var (internetin yalancısıyım).
Hava hiç fena değil, ne çok sıcak ne soğuk. Ama ertesi gün yağmur gösteriyor. Recepteki kıza oteldeki SPA'yı soruyoruz. Çok alıştık, SPA'sız duramıycaz! Öğleden sonra 3'ten akşam 10'a kadar açıkmış, baya vakit var. Kız bizi odamıza kadar çıkarıyor, odamız up-grade olmuş, Matterhorn manzaralı odayı vermiş bize. Bu arada bir İstanbul-sever olduğunu, birkaç sene önce Antalya Beldibi'nde bir otelde çalıştığını öğreniyoruz. Odaya girince bir çabukta mayoları, üstüne bornozları giyip dooğru SPA'ya. Yine hızlandırılmış tur; aromaterapi odası, buhar odası veee jakuzi. Biz galiba jakuzi için varız, yani burdayız... (Heyhat bu son jakuzi bir halhala mal oluyor bana. Halhallı girip halhalsız çıkıyorum havuzdan, lakin bunu ertesi gün dönüş treninde idrak ediyorum.) Çıkıp üstümüzü değiştiriyoruz. Otelde akşam yemeği olarak önerilen set menü çok sarmıyor. Önceden internetten araştırıp mimlediğim üç restorandan en geleneksel olanını seçiyoruz: Whimper Stube, fondüsü meşhur. Eh buraya kadar gelmişken fondü yemeden gidemeyiz! Bahnhoff ştrase üzerinde bir yer. Yani trenden indiğimiz istasyondan doğru devam eden, iki yanı mağaza ve bar/restoran dolu bir cadde. Bir nev'i barlar sokağı. Gayet şirin, görülesi bir yer. Bizim Stube'ye giriyoruz. İçersi dolu. Neyse iki kişilik bir yer bulup bizi sıkıştırıyor araya (sonradan sevimli olduğuna kanaat getireceğimiz) garson kız. Benim siparişim hazır; fondü, mantarlısından, yanına da şarap kırmızısından. Murat ise rind filet derler bir ızgara et, yanında sebzesi, pomfiriti ve cola zerosundan! Kapamalık,  yan masada görüp beğendiğimiz, ama mereng olduğunu anlayınca beğenmekten vazgeçtiğimiz o kocaman kabarık krema görünümlü tatlıdan garson kızın tavsiyesi icecoffee'ye ve apfel strudel'e yatay geçiyoruz. Icecoffee kahveli milkshake gibi bişiy. Strudelin ise hamuru çok yumuşak. [İtiraf: Bizim mıhlama da, kuymak da 5 çeker, 10 basar İsviçre'nin "fondü"süne. Mis gibi Trabzon tereyağında erimiş peynire az da mısır unu çalıcan, mısır ekmeğini banıcan. Allaaah. Bu fondünün kokusu da bi fena!] Neyse! Çıkıp otelimize yürüyoruz. Hava serinlemiş hafiften... Homini, pufidi, tumba!
Sabah kahvaltımız restoranın kış bahçesinde. Bir önceki otelinki kadar zengin olmasa da zengin sayılabilecek bir büfe. Peyniri, yumurtası, baconu, kruvasanı hiç birini mahrum etmiyoruz kendimizden. Bir de kıpkırmızı, taş gibi, Salihli'yi aratmayacak kirazlar duruyor büfede. En güzel kapanışı yapayım diye sona bırakıp kaseye dolduruyorum 8 - 10 kiraz. Yerken bir tanenin dibinde çürümek istemiş, ama birşeyler engel olmuşcasına küçük yeşil bir nokta. Kiraz hala sepsert! Düşünüyorum, bu memlekette kiraz yetişmez, kimbilir hangi yolları katedip iltica etti bu kirazlar (resmi yoldan da olsa). Kimbilir ne zaman çıktılar yola da bozulmasınlar diye hangi kimyasallarla düşüp kalktılar. Zaten tadı da yok! Bir nev'i edible plastik. Vazgeçiyorum derhal.  [İlginç not: Bu Zermatt denen yerde, 1600 metre yüksekte, nasıl bir mutasyon geçirdiği meçhul, envai çeşit sinek kol geziyor.] Otelin tren istasyonuna servisi var. Mini valizlerimizi hazırlıyoruz kolayca, hızlıca. Odadaki ikram çay ve Nespresso'larımızı içiyoruz Matterhorn'a karşı, biraz dağ ve civar otel fotosu da çekip, check-out yapmak üzere aşağı iniyoruz. Recepteki kız yine orada, yine güleryüzlü. Memnun kalıp kalmadığımızı soruyor. Kesinlikle çok memnun kaldık. Özellikle de servisten. Bize bir de diş kirası olarak ev yapımı alkollü çikolatalarından ikram ediyor üçgen prizma kutularda. İkisi de benimmmm! [İlginç not: Euro / Swiss Frank paritesi bu otelde heryerden daha avantajlı!]. Atlayıp kutu gibi shuttle'ımıza doooğru tren istasyonuna. Yağmur başlıyor hafiften. Tren biletlerimizi alıyoruz (Hiç binmediğimiz kadar trene bindik son üç günde! Birkez binip uzun gitmeler sayılmaz, indi-bindi olaraktan :))) Tren 11'de, daha vakit var, çevre kiosklarda dolşıp bir iki hediyelik alıyoruz. Sonra bakıyoruz bizim tren istasyona ulaşmış, atlıyoruz içeri erkenden. İlk durak Visp, Regional trenle gideceğiz. Visp'te inip Zurich'e giden IC'ye yani daha asri ve hızlı olan başka trene bineceğiz. Visp'e kadar bir önceki günün sağlaması yine. Aynı dağlar tepeler, aynı küçük köyler istasyonlar, aynı raydan dişli takviyeye bağlanmalar, inişler - çıkışlar! Tek fark bu kez camı açılan normal trendeyiz ama dışarısı soğuk ve yağışlı cam açamıyoruz, heyhat... Visp'e varıyoruz, Zurich treni geliyor iki katlı, bittabi ikinci kata yerleşiyoruz. Bu kez daha modern bir ortam, oldukça kalabalık, daha çok dağcılar şehre dönüyor. Yol üstünde yine tüneller var önümüzde, ama bu kez viyadük üstü değil. Hatta Visp'ten çıkar çıkmaz bir tünele giriyoruz ki ne tünel! Tren çıkmak bilmiyor bir türlü. Meğerse 36 km'lik bir tünelmiş burası ve 200 km hızla geçmişiz! Breh breh!!!  (Lötschberg Tunnel) Durmadan konuşan bir dağcı grubu saymazsak yolculuk sakin geçiyor.. Yine yeşil, yine su, yine raylar... Öğleden sonra 3 civarı şehre iniyoruz. Artık dağ-tepe trenli yolculuğun sonu geldi hayırlısıyla. Buna üzülen olduğu kadar, sevinmekten alıkoyamadığımız (zor tuttuğumuz) %50 de var. Zurich tren istasyonunda çıkıp otelimize gitmek üzere taksi kuyruğuna geldiğimizde taksi durağının %80 kakaolu çikolata renkli şöförleri aralarında tartışıyorlar. Ne olduğunu anlamaya çalışırken biri gelip "Yaw sizin otel çok yakın, taksiye binmeye ne hacet, yürüseniz ahan da şurası" diyor. Biz de ne insaflı şöför deyip, bir de teşekkür edip, bizim minnakları yanımızda sürüyerekten başlıyoruz tarif üzerine "yakındaki" otelimize yürümeye. O kadar "yakın" değilmiş! Murat'a sorsan adamları Taksiciler Odasına şikayet etmeli, dahası Tüketici Mahkemesinde dava açmalı! Taksim'de sallandırma faslına gelmeden otele varıyoruz. Merkezî ötesi, Altstadt derler eski şehrin göbeği. Sağolasın Booking.com, yine boş çıkmadı. Odamıza yerleşip, bu kez valizleri açıp, içindekileri dolaba yerleştirip (2 gece kalacağız burada, dile kolay!) dışarı çıkıyoruz. Hotel Adler, Hirshplatz diye bir meydanda, geyik meydanı yani. "Ne geyik dönüyordur burda" geyiğine giriyor Murat :) Alt katı meşhur bir retoranmış; Swiss Chuchi (İsviçre sofrası demek).
Burda yemek yenebilir. Menüden sosis tabağını gözüme kestiriyorum ilk bakışta. Ama daha o kadar acıkmadık. Tam nehrin kenarında bir mahalledeyiz. Nehir göle açılıyor. Kıyı boyunca yürüyoruz, önce muhtelif kafe, restoran ve butiklerin olduğu cadde tarafından, sonra biraz da nehir tarafından. Nehirde kuğular, ördekler, kıyıda yaşlı, genç insanlar hatta nehrin ortasinda plastik bir bota kurulmus mayolu bir cift... Hava orta karar, ne çok sıcak, ne de serin, ama bulutlu. Epey yürümüşüz, bir iki Coop, Migros markete girip kolaçan ediyoruz ne lazımsa. Sonra şu kafe güzelmiş, burda yemek yiyebiliriz, bak Desigual yarın mutlaka gelelim, oooo Mövenpick dondurmacısı da varmış gibisinden çevre tanıma, oryantasyon çalışmaları sonucunda biraz soluklanmak üzere Odeon Cafe'de karar kılıp, kaldırıma iki taraflı serilmiş masalardan birine oturuyoruz. Murat yan masadan beğendiği çikolatalı, bol kremalı tatlıdan istiyor. Ayıp olmasın diye parmakla göstermiyoruz, kaş göz edip anlatıyoruz, neyseki önce kasıntı sonra bahşişi alınca açılan tuhaf saçlı garson oğlan anlıyor. Benim içinse vakt-i Chardonnay, serin, sarı... Aslında amaç bir şeyler atıştırmaktı, ama bu ortam da güzel, gelen geçen 41 milletten türlü çeşitli insan. Keyfimiz yerinde... Ama keyif de bir yere kadar, açuz! Kalkıyoruz ve nerede yesek teatisine başlıyoruz. İtalyan mı yesek? Pizza? Yooo, belki yarın. Fondu? Asla!! Schnitzel, yedik onu, şu an istemez! Eh n'apalım o zaman, otelin restoranına gidelim. Daha yarını var bu işin! Otele seğirtiyoruz, restoran oldukça kalabalık, duvar kenarında, panoramik, minik bir masaya yerleşiyoruz. Sağda solda fondüye ekmek banan tipler, raklet yapanlar (bu da peynir ama küçük tavalarda eritilip, üstünden kazınarak yeniyor). Ortalıkta kesif peynir kokusu. Ben önceden tespit edilmiş sosis tabağını menüde bulup sipariş ediyorum, yanına bira elbet, Murat ise etçi yine. Sonra tatlılara göz gezdirirken aklımıza Mövenpick kafesi geliyor. Gidip dondurmayı yerinde yemek gibisi var mı? Acele hesabı ödeyip yolda yürürken gördüğümüz Mövenpick'e doğru yürümeye başlıyoruz her köşede "aha işte şurda olmalı" diyerek ama yok! Bu kadar mı aşağıdaydı? Bu kadar mı yürümüşüz? Amma yürümüşüz! ( Kendimizi tebrik etmeyi atlamıyoruz). Sonunda, yolun da sonunda Mövenpick görünüyor uzaktan. Ben üç top istiyorum; mango-passion fruit, black currant (siyah frenk üzümü) ve Swiss chocolate, kornette. Murat da aynısından ama yanında krema ile! Kocaman bir kornete zor sığmış 3'er koca top dondurmamız geliyor. Ay nasıl yiycez filan derken aaa bitmiş! Dönelim bari aynı yolu yürüyerekten, biraz eritiriz bakarsın. Hava hafiften serinlemede... Otele dönüyoruz. Otelin olduğu meydan gece de çok renkli, çok sesli... Ama sese mese bakmıyor yorgun bünyeler, horrrr....
Sabah bir yere yetişmeyeceğiz, kahvaltıya istediğimiz saatte inebiliriz. Kahvaltı kalibresi gittikçe düşerek ilerliyoruz. Burada büfe oldukça zayıf diyebilirim. Ama servis güzel. Neyse canım tek derdimiz bu olsun. Hava iyice bulutlu bugün. Biraz çevreyi keşfetmek amaçlı tramvay turu yapma niyetindeyiz. Alışveriş caddesi tren istasyonunun az berisi Bahnhoff ştrasseye doğru yürüyoruz. Heryerde de var bir istasyon caddesi. Hafiften yağmur atmaya başlıyor. Buranın meşhur departmanlı mağazası Manor'a girip şöyle bir bakınıp çıkıyoruz. Bu arada mağazaların cam reyonlarında araştırma yapıp kaçak foto çekmeyi atlamıyoruz. Bir de gurme bölümlerinde Lapsang Souchong çay aramayı. Sonra istasyondan 24 saatlik birer bilet alıp (ki bu biletler o bölgedeki tren, tramvay ve otobüslerde 24 saat içinde sonsuz kere geçerli) ver elini 14 numara son durak, in-bin 6 numara son durak, 4'e bin göle in, gibisinden geziyoruz.
Sonra bizim mahalleden geçene binip sona kadar gidiyoruz, maksat aynı zamanda öğle yemeği yiyecek yer keşfetmek. Gençten (yuppie modeli) grupların girip çıktığı bir yer olan Hoşkase tınısında bir caddede (doğrusu Höschgasse sanırım) iniyoruz. Sağa sola bakıp Iroquois diye bir restorana giriyoruz "ya kısmet" diyip. Dışarıda da masalar var ama sigaralı [İlginç not: Çok sigara içiyor bu İsviçreliler!], içerdeki tek boş masaya oturuyoruz. Murat kuzu eti peşinde, burada da Perşembenin yemeği kuzu! Aman ne hoş! Bense bir burger istiyorum, peynirli ve baconlu. Murat gayet memnun yediğinden, benimkisi ise sıradan burger işte (ne bekliyorsam). [İlginç not: Bu süt, peynir ve dahi inek ülkesinde güzel lezzetli bir et yemek hiç kısmet olmadı! ] Murat Bey bir de cheesecake ile taçlandırıyor öğleni. Sonra atladığımız gibi 4 nolu tramvayımıza Bahnhoff ştrasseye dönüyoruz. Biraz daha girip çıkıyoruz mall'lara, herşey gayet pahalı, gayet bizde de var! Globus denen bir alışveriş merkezinin en tepesine, yemek kısmına çıkıyoruz, çay içiyoruz emekli amcamlarla teyzemlerin ve muhtemel öğrenci bir-iki gencin olduğu alanda. Zurich bitti mi ne? Üstelik arada sıkı yağmur yağıyor! O arada Jelmoli derler meşhur bir alışveriş merkezine daha giriyoruz hatrı kalmasın diye. Sonra son bir tramway seferi daha "Zoo" destinasyonlu, ringtur tadında gidiş - geri dönüş. Buradaki en uzak tramway mesafesi bir baştan diğerine en çok 15 dakikada katedilecek kadar uzak. Üniversitenin olduğu bir alandan geçiyoruz, çok güzel bir yapı. Buranın öğrencileri şanslı olsa gerek diye düşünüyoruz ama şehirlerden Zurich olması durumu bir adım geri götürüyor özellikle İstanbul insanı için! [İlginç olmayan ama hatırlanmasında fayda olan not: İstanbul dünyanın en güzel şehri!] Otelin bulunduğu mahalleye dönüyoruz artık. Ben bi gidip Desigual'de neler oluyor bir baksam? Murat beni azad edip otele giriyor. Desigual mağazası zaten otelden iki bıyık bükümü ilerde. Arada %50 indirimli diğer mağazalara da giriliyor ama hala "gayet pahalı, gayet bizde de var" cinsi tekstil. Desigual de aynı durum. Yolda önünden geçip durup belki bir akşam burada yeriz dediğimiz İtalyan Santa Lucia'nın menüsüne bakıyorum. Hiç fena görünmüyor. Üstelik her daim kalabalık. Akşam burada yiyelim kesin. Otele gidip Murat'ı alıyorum ve Santa Lucia'ya gidiyoruz. Milano'da da vardır bir Santa Lucia, aynı zincirin bir halkası mı acep? Ama burada da bir zincir olduğu kesin, başka yerlerde de görmüştük. Dışarıda bir terasları da var ama merdivenle inmek gerek, her inişin bir çıkışı olması hasebiyle Murat Bey oy birliğiyle içerde oturmaya karar veriyor. O anda boşalan bir masaya kuruluyoruz. İçersi arı kovanı, İtalyan ve Hintli garsonlar dört dönüyor. Önden (domates, roka ve mozzarelladan oluşan) 3 renk salatamızı söylüyoruz. Ben Chianti classico eşliğinde pizza quattro stagioni, Murat ise porcinili risotto. Garsonumuz küçük boylu, pos bıyıklı, kabarık saçlı, zayıf bir Hintli. Fawlty Towers'daki uşak Manuel'in kısası :) Pire gibi koşturuyor. Yemeklerimizi getiriyor, gayet memnunuz yediğimizden ve içtiğimizden. O kadar doymuşuz ki ben pizzamı bitiremiyorum. Otele dönmeden bizim bölgeyi daha geniş tavaf ediyoruz.


Dar sokaklarında antikacılar, şapkacılar, takı tasarım dükkanları, bisikletçi bile var. Gayet şirin. Dönüp dolanıp yine otelin oraya çıkıyoruz. Yarın dönüş var! Otele dönünce yönetici bir Türk hanım karşılıyor bizi, gayet kibar ve yardımsever. Havaalanına otelden servis olduğunu öğreniyoruz. Düşündüğümüz, tren, taksi (hatta Murat'a göre tramvay bile vardı da duymazdan geliniyordu) seçeneklerinden çok daha akıllıca geliyor ve rezervasyon yapıyoruz. Uyku vakti!

Ertesi gün gayet yağmurlu bir Zurich sabahında, zayıf kahvaltı büfesinde son kahvaltı, son cappuccino, son çay. Odaya gidip küçük valizlere kompakt toparlanma, kendimizle tekrar gurur duyma ve tam ossaat bozulmuş asansör sebebiyle dördüncü kattan aşağı "kompakt"larla inme! Türk Yönetici Kibar Hanım binbir özür diliyor asansörün durumu için. Neden siz zahmet ettiniz, biz aldırırdıklar ve neyse ki kompaktız kuş gibi indiklerle check-out yapıyoruz, Türk Yönetici Kibar Hanım bir daha gelirsek Booking yerine otellerinin kendi sayfasından rez yapmamızı öneriyor, komisyon içermediği için her zaman daha hesaplı oluyormuş! Bir daha gelirsek! Bakarsın geliriz, aklımızda bulunsun. Shuttle şöförü Tunuslu heyecanlı küçük kara bir adam. Bizi havalanına uçuruyor. Check-in gayet rahat, exitte yer bulunup ara koltuk da bloke edilince tadından yenmez. Atlarız uçağa, geliriz dünyanın en güzel ve en zor şehri İstanbul'a, sıcacık...















18 Eylül 2010 Cumartesi

ABD Gezisi, Ağustos 2010

20 Ağustos Cuma

11:35’teki uçağımızı yakalamak üzere, sabah erkenden, Batu ile birlikte yola koyuluyoruz. O kadar erken varıyoruz ki havaalanına, daha USA yolcuları için “özel” sorular soran “özel” güvenlik henüz gelmemiş. Oralarda bir yerlerde kahve içip bekleyişten sonra birinç olarak giriyoruz “özel” sorular kuyruğuna. Soruları doğru cevaplıyoruz, etiketler yapışıyor pasaportlara, bavullara, sağa,sola; sonra ekranda bilmediğimiz bir şey beliriyor, daha yetkili birilerine soruluyor, etiketler değişiyor, “Hayırdır?” diyoruz, “Yok bişiy!” diyorlar. Velhasıl, bavulları verip içeri giriyoruz. Lounge’da otururken, fazlaca erken, uçağa çağırıyorlar. Önce fazla aldırış etmiyoruz, ama anons ısrarla tekrarlanınca “Gidelim bari” deyip gidiyoruz. Bir bildikleri varmış netekim, uzun bir kuyruk, ahret soruları, özellikle bizim gibi check-in sırasında “random” olarak verilen “dikkat” damgasını yemiş zavallı yolcuların pasaport kopyası, genel çanta incelemesi vs… vize-pasaport kontrolünde ise hostes biniş kartlarımızı alıyor ve numaralarını değiştiriyor! Hohoyyyt… beklenen ama itiraf edilemeyen an: “Business”e terfi etmişiz!!! Bütün o sorgu suali unutuyoruz, içeri alınmak için geçen onca zamana, ağlayan, kıyamet koparan çocuklara, “önce engelliler ve çocuklular” denmesine rağmen kuyruğun en başına geçmeye çalışan turp gibi yetişkinlere filan aldırmıyoruz. Eh yerimiz belli, en son girsek ne olur!!! Yerleşiyoruz geniş, sağı solu yatan/kalkan, icabında masaj yapan koltuklarımıza, sağlı- sollu kırlentlerimizi de oturtuyoruz münasip yerlere, gelsin muhtelif yemek, içmekler… Biraz yemek, biraz uyku, biraz film seyretmece vs 11 saatlik rahat bir yolculuktan sonra Chicago O’Hare havaalanına varıyoruz. Saat öğleden sonra 4 (Üsküdar’da ise tam gece yarısı). Önceden aldığımız tüyo ve uçakta yayınlanan info’nun da yardımıyla havaalanından “blue line” trenini alıp Loop’a yakın bir yerlerde inip taksiye binme niyetindeyiz. Pasaport kontrolünden sorunsuz geçip, tren istasyonuna yöneliyoruz pek çok insan gibi. Son derece kolayca, bir trene yerleşip koyuluyoruz yola. Haritaya ve “saygıdeğer yön üstadına” göre Clinton durağında ineceğiz. İniyoruz da, yaklaşık 45 dakikalık bir yolculuktan sonra. Ama yeryüzüne çıkana kadar o koca çantaları taşımak biraz ölümcül oluyor. Murat yarı kalp spazmı geçiriyor hatta. Neyse yeryüzüne çıkıp bir taksiye atlıyoruz. Otelimiz Quarters Club, Wacker at Michigan. Bir booking.com klasiği! Odamız küçük fekat gayet merkezi, Michigan gölüne akan Chicago nehrinin hemen kıyısında. Valizleri bırakıp atıyoruz kendimizi ılık Chicago gecesine. Nehir kıyısında, Waker Drive üzerinde ufak tefek keşif denemeleri. Nehrin üzerinde iki kıyıyı bağlayan caddelerin devamı köprüler. Biraz ilerleyince köprülerden biri, hatta o bölgedeki yaya, araç tüm geçişler kapalı, ortam bir film platosuna dönüştürülmüş, etrafta az önce patlama olmuş efekti veren plastik dekorlar, spotlar, vs… “Transformers 3” çekiliyormuş, daha doğrusu film neredeyse bitmiş de, bunlar “fine tuning” çekimlermiş!!! Yine de heyecan verici…

Şehirde ilk dikkati çeken sağlı sollu müthiş gökdelenler… Mimarlar, mühendisler birbiriyle yarışmış adeta. Yaratıcılık son haddinde, hem modern olup, hem de bu kadar etkileyici mimari olabileceğini bu ana kadar düşünmezdim. Son derece estetik. Bir önyargı böylece kırılır!

Yemeğimizi yiyip yatmak niyetindeyiz. Önünden geçerken beğendiğimiz komşu otel 75’in caddeye kondurulmuş bistrosunda yemeğe karar veriyoruz. Sevimli bir garson bize servis yapıyor. Önce keyiflerin nasıl olduğunu soruyor tabii. Amerikalıların bu huyunu unutmuşum J Ayrıca çok uzun zamandır anadili İngilizce olan bir ülkeye gitmemişim. İnsanlarla konuşmaya başlamadan önce “cuspik ingliş” şeklindeki açılış cümlesini kurmamak tuhaf! Ben bir ıspanak salatası, Murat ise (içinde et, yumurta, mısır olan) cobb salatası istiyoruz. Murat bir cheesecake ile akşam yemeğinin kapanışını, cheesecake devrinin açılışını yapıyor. Uykumuz gelmiş, nedense!!!

21 Ağustos Cumartesi
Sabah erkenden bir helikopter sesi ve aşağıda caddenin kenarına park etmiş mebzul miktarda polis arabası! Köprüler açılmış, helikopter nehrin üzerinde bir aşağı, bir yukarı, köprülerin arasında gidip geliyor. Film çekimlerine devam! Sabah kahvaltısı bir önceki akşamdan garantili yer 75’te. Mükemmel bir Amerikan kahvaltısı; yumurta (Murat’ın yağda, benim scrambled), bacon, tost ve tabii ki kahve ve çay namütenahi! Kahvaltıdan sonra Chicago kültür merkezine gidiyoruz. Birkaç broşür alıp, bir-iki caz klübü yeri öğreniyoruz. Sonra da bir 7-Eleven’dan Memo’dan aldığımız telefon kartlarına kontör yüklüyoruz. Ve “Magnificent Mile” denen caddeye akıyoruz. 

Bu cadde aslında Michigan Avenue, üzerinde muhtelif “yüksek” binalar ve mağazalar var. Sağa sola uğraya uğraya Water Tower Place denen alış veriş merkezine giriyoruz. Birkaç dükkana girip çıkma, ilk alışverişler ve yola devam. Daha sonraki durak , John Hancock Center.


Burası 94 katlı, Amerika’nın 3. en yüksek binası ve daha önemlisi alt katta bir Cheesecake Factory var!!! Öğle yemeği için giriyoruz, sıra var tabii ki, 20 dakika veriyorlar. Çıkıp biraz vakit geçirelim diyorum, ama yerimizi başkasına verirler alimallah! İçerde bekliyoruz, vitrindeki muhtelif görünüm ve muhteviyattaki cheesecake’lerle bakışarak… Sonunda başka bir “sevimli servis görevlisi” bizi masalardan birine alıyor, menüyü getiriyor, hatrımızı sorduktan sonra. Ben Chicken Masala yiyorum (peynirli, mantarlı), Murat ise bonfile götürüyor.

Hala sabah kahvaltısını hazmedememiş olan ben bitiremiyorum. Murat ise “Cheesecake Devri”nin ikinci, Cheesecake Factory’nin ilk cheesecake’ini ısmarlıyor ritüel tadında… (ne çok cheesecake geçti bir cümlede!)

Daha sonra kulenin tepesine çıkmak üzere bilet alıyoruz, hatta bir de tekne turu için bilet alıyoruz. 94. kata 40 saniyede çıkıyoruz. Kulak zarları biraz hırpalanıyor normal olarak. 1127 ft’ten Chicago daha da güzel. Onlarca yüksek bina… Aşağısı bitmek bilmez bir uçurum gibi ama korkutucu değil.

Bir tarafta kocaman Michigan gölü, göle uzanan Navy Pier ve üzerindeki meşhur Ferris Wheel Bildiğimiz dönme dolap, ama dünyanın en büyüğü. 1893 yılında yapılmış, Eiffel kulesine nazire! Tek kelimeyle harika!

Aşağı iniyoruz, aynı hızla ve aynı kulak zarı zoruyla J Yine o bölgedeki Çağdaş Sanatlar Müzesine (Museum of Contemporary Arts) giriyoruz. İlginç!!! sergiler var, çağdaş sanatçıları ben pek anlayamıyorum, ama onların da bundan rahatsız olduğunu sanmıyorum. Alexander Calder örneğin, tavana terazi benzer bir “enstalasyon” yerleştirmiş. Bir ucunda koca bir kütük, diğer ucunda ise kırılmış dökülmüş ne kadar masa, dolap kapağı, tahta eşya varsa sarıp asmış! Nedir bu şimdi? Kültürler arası denge/dengesizlik mi? Ağaçtan faydalı malzemeler elde ederiz, ormanlarımızı koruyalım, ateşle yaklaşmayalım mı? Aşağıdan geçen talihsiz bedevi kafaya odunu yer mi?

Biraz yorulduk mu ne? Hem bedensel, hem de zihinsel (çok düşündük nitekim sergiyi gezerken!) Kıyıdan yürüme fikri biraz uzak geliyor. Doğruca otele gidiyoruz. Biraz dinlenip önceden planladığımız gibi Andy’s Jazz Bar’a gitmek üzere çıkıyoruz. Otele çok yakın, bir köprü + bir blok ötede. Otel gerçekten de çok merkezi, her yere yakın! Doğru seçim, booking.com’da yanlış yok! Andy’s hiç de fena bir yer değil, yemek de yiyoruz; etli salata, combo platter gibi bir şey. Diet Coke ve beyaz şarap.

 Dikkat, önemli not: buralarda Zero Cola yok, sadece Diet Coke var! Band gayet başarılı bir quintet. Ama 11 civarı fena uyku bastırıyor, band molaya biz otele. Dolunay’a 2 gün kala, nefis, ışıl ışıl bir Chicago akşamı… Güsel şehirmiş bu Chicago…

22 Ağustos Pazar
Bu sabah kahvaltısı hemen otelin köşesindeki Corner Bakery Shop’ta. Bol çilekli kıtır müsli, Murat Bey’e ayrıca köy usulü yumurta, bana ise çikolatalı muffin, bol çay - kahve… Hemen önümüzde Transformers 3 çekimlerine devam. Bir araba yanında simsiyah bir kamera arabasıyla ben deyim 18, sen de 22, en aşağı dünya kadar geçiyorlar caddeden. Zor işmiş bu prodüksiyon işi! Kahvaltı sonrası nehir/göl turumuz var, saat 10:30’da, dünden biletini aldığımız. Dokların orada beklemeye koyuluyoruz.

Tekne geliyor, tam içeri girecekken bilet kesen kişi “başka gemiye” diyor. O 10:00’un gemisiymiş! Başka doka geçiyoruz, Audrey adlı görevlinin de yönlendirmesiyle. Audrey, iri yarı, örgü saçlı bir zenci. Önce biraz savsaklıyor diye düşündüğümüz, ama sonra bize bir güzellik yapan ablamız! Başlıyoruz beklemeye Dok no:3’te, diğer talihlilerle. Bekleme sürüyor, tekne gelmiyor, Audrey geçtikçe yakalayan hesap soruyor, o da “eli kulağında” şeklinde geçiştiriyor. İşte savsaklama durumu burada ortaya çıkıyor. Saat 10:30 oluyor, geçiyor, gelen giden yok. Murat işe el koyuyor ve hesap sormaya gişeye gidiyor, yolda Audrey’e güsselce giydiriyor (bunu vücut dilinden anlıyoruz), oradan gişeye gidip oradaki görevliye de giydiriyor, tam da o sırada bizim tekne yanaşıyor. En ön saflardaki yerimiz, Murat gişeden geldiği için ve biletler de O’nda olduğu için en arkaya kalıyor ve tekneye en son biz biniyoruz. Ön tarafa oturmak mümkün olmuyor tabiatıylan! Biraz yol alıyor tekne göle doğru, vakit kaybettiği için nehirden önce göle gitmek gibi bir eğilim var.

Tam nehrin göle açıldığı kilit yerinde tekne duruyor. Prosedür gereği mi, arıza mı olduğunu anlamaya çalışırken, rehberimiz talihsiz tur sakinlerine bildiriyor: devam edemiyoruz, teknik arıza, geri dönüyoruz. İster paranızı iade alın, ister sonraki tura katılın! Thank you!!! Karaya çıkıp diğerleri gibi gişeye yanaşıyoruz, işte Audrey Özkıyak orada devreye girip bize hem paramızı iade ettiriyor, hem de öğleden sonra teknesine bilet veriyor. Budur! Bu durumda derhal önceden planlanan Field Museum gezimizi araya yerleştirebiliriz. 146 no.lu otobüse atlayıp müzenin önünde iniyoruz. Doğa tarihi müzesi, oldukça büyük. Girişte müze gezisine ilave 3 boyutlu Mamut (ve diğer tarih öncesi canlıların olduğu) özel gösterisine bilet alıyoruz. Eski Mısır, Çin, Okyanusya gibi medeniyetlerin olduğu bölümler, toprak altı deneyimi (toprak altını simule eden bir bölüm) karıncalar, solucanlar, kökler, vs arasında bir gezinti ve Mamutların tarih boyu serüvenini o dönemdeki diğer canlılarla birlikte sergileyen bölüm.


Bol fosil, dino iskeleti ve mamut, ayı, kaplan mumyaları arasında hızlıca geziliyor müze. Bu arada köpek ve kedi soyu canlıları da görüyoruz, bazılarına fena halde şaşırıyoruz. Örneğin tilki köpek soyu, bunu biliyor muydunuz? Ama sırtlan kedi soyu! Yaaa! Tekne turuna yetişmek üzere alelacele ayrılıyoruz. Güneş altında bir süre otobüs bekleyip, 146’la geri dönüyoruz. Turun başlayacağı yer Corner Bakery’e (dolayısıyla otele) çok yakın. Saat 2 olmuş malum, bir sandviç alıp tura katılmak niyetindeyiz. Baconlı, domatesli sandviçlerimizi alıp, yolda kadim arkadaşımız Audrey’e selam çakıp, geçiyoruz teknemizde ön taraftaki sıralardan birine. Tur başlıyor, teknede sorun yok neyse ki, önce nehirden içerlere gidiyoruz. Rehberimiz sağlı sollu devasa binaları açıklıyor bir-bir



Cephesi koyu renk camla kaplı, 3 kademede gökyüzüne yükselen Trump Tower, Chicago Tribune Building (Clark Kent burada mı çalışırdı?), NBC binası, Swiss Otel, Willis Tower (yani şu meşhur Sears Tower, hani Petronas Kuleleri’nden sonra dünyanın en yüksek binası olma şanını kaybeden, hatta Taipei 101 inşa edildikten sonra üçüncü sıraya düşen) gibi pek çok yüksek binanın arasından geçiyoruz. Her biri de son derece güzel mimariye sahip, tasarım harikaları.

Bir yerden sonra dönüp Michigan gölüne yöneliyoruz. Nehrin göle açıldığı yere gelince tüm diğer tekneler gibi “kilit” tabir edilen gölün nehre akışını engelleyen bölüme girip, düzeneğin çalışması için bir süre bekliyoruz. Önümüz açılıyor ve deniz benzeri göle çıkıyoruz Navy Pier’in yanı sıra. Chicago’nun gölden de görünümü muhteşem. Gökdelenlerin ve rüzgarın şehri…



90 dakikalık turumuz sona eriyor. Otelde biraz dinlenip yarın havaalanı yolu için Loop’ta en uygun “blue line” istasyonunu tespit ediyoruz önce ve sonra Millenium Park’a yürüyoruz. Loop, downtown Chicago’da tüm trenlerin döngü yaptığı kare şeklindeki bölge. Caddelerin üzerine kurulmuş bir demir ağ. Bu bölge fazlasıyla gürültülü normal olarak! Millennium Park, içinde büyük bir gösteri alanı (sahne ve oturma düzeni olan), insanların yayıldığı yeşil alan ve çocukların oynadığı, iki tarafında üzerinde hareketli iki portre bulunan platformların arasında bir ıslak alandan oluşuyor.
                                                                  



Bu iki platform üzerindeki yüz siluetleri zaman zaman gülümsüyor, zaman zaman da ağzından su fışkırtıyor. İşte o an çocukların coştuğu an. Fıskiyelerin altına giriyorlar, sularda yuvarlanıyorlar, serinleyip acaip eğleniyorlar. Uzunca bir süre onları izliyoruz. Bir de minik sincap çıkıyor karşımıza, çiçek tarhının yanından. Bulduğu yiyeceklerin bir kısmı toprağa gömüyor önce, kalanını da yiyor gözümüzün içine baka baka. Hiç korkmuyor namussuz. Canlı bir çizgi film karesi gibi J


Oradan iki büyük sanatçının Chicago sokaklarına armağan ettiği 2 heykeli görmek üzere Loop’un içine dalıyoruz. Bunlar Picasso ve Miro’nun heykelleri. Picasso’nun Baboon’unun üzerinden çocuklar kayıyor, az ilersinde de yer fıskiyeleri var, sıcaktan bunalanlara!


Önümüze çıkan Elephant and Castle restoranında yemek yiyoruz. Birer quesadilla yiyoruz fena değiller, ayrıca Murat Bey’e iki dilim brownie arası dondurma sandviçi. Pek beğenilmiyor ve bitmiyor zaten. Cheesecake’in ahı mı? Doğruca otele gidiyoruz. Yarın sabah erkenden San Francisco’ya yolculuk J


23 Ağustos Pazartesi

Sabah 6:30 gibi ayrılıyoruz otelden. Önce taksiyle State/Lake istasyonuna, oradan da mavi hatla O’Hare havaalanına kolayca ulaşıyoruz. American Airlines bankosuna check-in yaptıktan sonra bol vakit var uçuşa. Bu arada AA'ın kargoya verilen kişi başı ilk bagaj için 25 USD, ilave her bagaj için de 35'er USD ödendiğini de belirtmeden geçmeyelim! Kahvaltı için yer ararken Puke’s diye bir havaalanı kahvaltıcısını gözümüze kestirip giriyoruz. O cenahtan gelen nefis kokuların da bunda etkisi var tabii J İkimiz de waffle ısmarlıyoruz, üzerinde çilek, muz ve tabi ki maple şurubu! Rötarsız bir uçuşla 13:00 gibi San Francisco havaalanındayız. Information’dan otele nasıl gideceğimiz konusunda bilgi ve MUNI denen belediye vesaitlerine 3 günlük sınırsız biniş için “pasaport” alıyoruz. Buna şu meşhur “cable car”lar da dahil J Otele shuttle ile gitmeye karar veriyoruz. Dışarısı inanılmaz sıcak. Bu yaz hiç ısınmamış hava S. F’da, ta ki o güne kadar! 90 olacak diyorlar ki bu bizim hesap 32 – 33 derece demek! Minibüsün kliması doğru dürüst çalışmıyor. İçersi sauna gibi. Şoför bir açıyor, bir kapatıyor klimayı otele gelene kadar. Bahşişi de unutuyor bu suretle tabii! Otelimiz 899 Pine street’de (burada street, ştriit diye telaffuz ediliyor!) Mason’la Powell arasında Grosvenor Suits. Yine bir booking.com organizasyonu. Odamız 17. Katta, SF ayaklarımızın altında, büyük bir suit daire. Yatak odası, salon-salomanje, mutfak içerde. Hiç fena değil. En iyi tarafı da Powell – Mason cable car hattına 2 adım olması. Bavulları odaya atıyoruz, kendimizi de SF’nun yokuş-inişlerine!

Sıcağın hatırı sayılır, hatta eli öpülür! Cable car durağı otelden çıkıp sağa doğru biraz yürüyünce. İlk olarak Embarcadero’ya gitmek istiyoruz, Ferry Building’i göreceğiz, Hog Island Oyster Co‘da istiridye yiyeceğiz. İlk cable car deneyimimiz başlıyor böylelikle. Atlıyoruz gelen ilk tramvaya tıklım tıkış görünse de. Aslında işin raconu bu. Hatta mümkünse içerde değil yanlardaki direklere asılıp gidiyor görüneceksin. İki kişi idare ediyor aracı, biri ortada, uzun kolları aracı yerdeki kabloya bağlamak için kullanıyor, diğeri arkada frenci ve bilet kesiyor duruma göre. Kesinlikle kol gücü gerektiren bir iş. Bir de insanlarla dalga geçip, kafa buluyorlar yan iş olarak J. Hemen hepsi zenci ve gırgır tipler. Bir nev’i showmen bunlar! Embarcadero bu hattın limandaki son durağı. Embarcadero – Fishermen’s Warf arası yürüme yolu, aynı zamanda F Line otobüs hattı çalışıyor. Önce Ferry Building’i şöyle bir geziyoruz. İçerde peynirci, ekmekçi, şarapçı, mantarcı, sebze, meyve satan yerler. Tam bir pazar görünümü. Burada organik mallar çok önemseniyor olacak ki heryerde bir “organic” lafı var! Kısa bir turdan sonra acıkmış midelere oyster sunmak için, meşhur oysterci Hog Island Oyster Co.da konuşlanmak üzere bekleme listesine yazılıyoruz. Burada iyi restoranlarda hep listeye yazılınıyor ve sıra bekleniyor. Ama sıra da söylenen zamanda geliyor. Fazla beklemeden oturtuluyoruz dışarıda bir masaya. Bir düzine ortaya karışık oyster istiyoruz, biraz yeşil salata, diet Coke ve köpüklü pembe şarap. Ekmek de nefis! Güneş ısıtıyor, insana iyice alışmış güvercinler burun dibimize kadar geliyorlar … Oysterler “lüp, lüp” diye iniyor midelere.

Ama pek doymadık ne çare, özellikle de istiridye meraklısı olmayan ekibin diğer yarısı. Çıkıyoruz F line’a atlayıp doğru Fishermen’s Warf’a… Şansımıza üstü açık, turist otobüsü gibi bir tramvay bu kez bizi alan. Kıyı kıyı yol boyunca muhtelif Pier’lerden geçiyoruz. En civcivlisi Pier 39. Oraya ayrıca gidip vakit geçirmek lazım. Not alalım.






Sırada karnı tam doymamış olanları meşhuuur Ghiardelli dondurmasıyla kandırmaca var. Biraz yol yürüyüp, oldukça da dik bir yokuş çıkarak ulaşıyoruz hınca hınç dolu dondurmacı/çikolatacıya. Birer Sundae Chocolate Fudge istiyoruz, waffel içinde hem de. Paramızı ödeyip, numaramızı alıp bir masaya ilişiyoruz hem yorgun hem argın. Heyecanla beklenen dondurma geliyor, ama umulduğu gibi çıkmıyor L Epeyce önceden çikolataya banılmış waffel kıtırlığını kaybetmiş, kopmuyor bile. Dondurma ise çok sıradan. Olmamış, “eksi” alır bizden Ghiardelli, çikolatasını tatmıyoruz bile yolculuk boyunca, ceza verdik!

Çıkıyoruz oradan, aşağı kıyıya doğru iniyoruz, oysterle doymamış, dondurmada aradığını bulamamış bünyeler bir sandviç peşine düşüyor. Yine meşhuuur ekmekçi Boudin’de konuşlanılıyor bu kez. Hem biraz soluklanmak, hem de grubun aç olan yarısına sandviç tedarik etmek üzere. Bu Boudin denen yerin ekşi maya taş fırın ekmeği pek bir ünlü! Aynı zamanda buraların vazgeçilmez deniz ürünü dev yengeç “crab”le ve bir cins midye “clam”le hazırladıkları ve yuvarlak bir ekmeği oyup içine doldurdukları çorba! Herkes elinde bir ekmek çanağı dolusu çorbayla geçiyor. Eh insanın canı çekiyor tabii! Biz yengeçlisinden isteriz ama onu yukarı katta bistroda servis ediyorlarmış. N’apalım, çıkıp bir tadalım. Yine çok sevimli ve kibar bir servis görevlisi var karşımızda. Veriyoruz çorba siparişini.

 Nefisss s’si uzatılmış tek kelimeyle. Bunu bi daha yemek lazım gitmeden! İyice yorulmuşuz, ayrıca 2 saat eklemişiz Chicago saatine, bu Üsküdar’la saat farkı 10’a çıktı demek! Önce F Line durağında otobüs beklemek gibi şuursuz davranış, zihne dolan ani küşayişle taksiye atlamaya dönüşüyor. Hop güm oteldeyiz. Haydi bakalım uykulardayız.
24 Ağustos Salı


Sabah erken uyanıyoruz, ABD içi hafif jetlag sanki! Otelde kahvaltı var ama çok zayıf! Bizim elimiz çıkar güzel bir kahvaltıcı bulur bi koşu. Atlarız tramvaya ineriz Union Square’e. Aslında kahvaltıcı bulmaktan daha önemli iki misyonumuz var: 1) internet marifetiyle dünden yeri tespit edilen Cheesecake Factory’e gidilecek, 2) Snoopy baskılı t-shirt satın alınacak! Önce Cheese Cake factory aranıyor, bulunamıyor, soruluyor ve Macy’s binası, en üst katta olduğu öğreniliyor. Heyhat Macy’s de saat 10’da açılıyor. Saat henüz 9! Öyleyse bir kahvaltıcı bulunacak önce. Union Square’e inerken grubun o kadar da cheese cake meraklısı olmayan bölümünün gözüne takılan Lori’s Diner’a giriliyor. 50’lerin dekoruyla, eski Amerikan filmlerinde gördüğümüz bistrolardan: bir yanda bar, diğer yanda karşılıklı kırmızı koltukların arasında masalar, juke-box’lar, içerde bir motosiklet, bir Chevrolet, birazdan James Dean kapıdan girecek neredeyse… Serviste de atmosfere uygun orta yaş üstü teyzeler. Tam bir Amerikan sofrası!

Biz de tam bir Amerikan köy kahvaltısı istiyoruz ortamı bozmamak için: scrambled yumurta, bacon, pancake, maple şurup, patates! Kahve ve çay da tabi! Hani bittikçe teyzemin doldurduğundan… Sıkı bir kahvaltıdan sonra “misyon 1” için Macy’s e… Taze açılan mağazaya girip doğruca en üst kata çıkıyoruz, görevlilerden sonra ilk giren biziz ama o da ne; 11’de açıyorlarmış fabrikayı!!! Eh biz de “misyon 2”ye yatay geçiş yaparız n’apalım. 2 gruba ayrılıp araştırmaya koyuluyoruz, grubun başka şeylerle ilgilenen bölümü ayakkabı, elbise gibi daha dünyevi alanlara dalıyor. Sonra telefonlaşılıp tam 11’de o mübarek asansörün kapısında buluşuluyor, yukarı çıkılıyor. Adımız yazılıyor listeye, terasta oturacağız. Oturtuluyoruz masamıza ve sipariş veriliyor: Murat Bey “coconutlı - çikolatalı”, bendenizse taze çilekli “the original” istiyoruz. Hava felaket sıcak. Bol kremalı cheesecakeler geliyor.

Murat Bey’in biraz midesi ağrıyor ama yanımızda Talcid var, derhal önü kesiliyor ağrının. Biraz fazla mı geliyor bu tatlılar ne? İçimiz bulanıyor. Bu kadar cheesecake yeter. Ara verilecek New York’a kadar! Sonra atıyoruz kendimizi aşağı Market ştriite. Birkaç mağaza bakıyoruz, “misyon 2”yi yerine getirmek üzere. Hüsran! Sonra oradan geçen F Line’a atlayıp Fishermen’s Warf’a, oradan da münasip otobüslerle Golden Gate köprüsüne gitme niyetindeyiz. Otobüs şoförünün de yönlendirmesiyle önce bir otobüse binip Chestnut durağında ineceğiz, oradan da 76’ya binip Golden Gate’e ulaşacağız teorik olarak. Chestnut’a rahat geliyoruz pratikte de ama sonrası bir eziyete dönüyor. Önce 76 no.lu otobüsün geçtiği durağı bulmak (ki 35 derece sıcakta çok uzun yürüyoruz), sonra da bulduğumuz gölgeliği bile olmayan durakta, ağaç gölgesinde yaklaşık 1 saat otobüs beklemek!!! O sırada yol sorarken öğrendiğimize göre 28 de oraya gidiyor. Hiç 76 geçmiyor, ama sonunda bir 28 geliyor, buralarda böyle sıcak olağan olmadığı için otobüslerde klima filan da yok. Buğulama kıvamında gidiyoruz Golden Gate’e doğru. Tıklım tıklım dolu otobüste bir şey de göremiyoruz, sadece gidiyoruz işte kan ter içinde! Hiç inmeden geri basıyoruz, bir müddet gidip, tanıdık Geary durağını (Cheesecake Factory bu caddede mukim netekim) görünce de kendimizi dışarı atıyoruz. Berbat bir deneyim!
Buradaki tüm otobüsler (tur otobüsleri dahil) çok eski araçlar. Nasıl hala yol alabiliyorlar hayret verici? Bir de çok fazla limousin var çevrede. Arada promosyon da yapıyorlar. Bir keresinde durakta bekleyen 6 – 7 kişilik bir hatun grubunu adam başı 5’er dolardan aldı bir tanesi. Hatunlar havada atladılar limoya J



Bir cable car’a atlayıp otelin bir blok üstündeki Masonic Center’a gidiyoruz bu kez (bucket list’e bir çizik atmak üzere). Görevliler burada loca toplantısı olmadığını, kütüphane olarak kullanıldığını söylüyor.

Otele dönüp biraz soluklanıyoruz. Ortalık yanıyor! Herkes sıcaktan bahsediyor. Hatta metro sistemleri BART bile arızalanmış alışılmadık bu sıcaktan. Çevredeki herkes havadan bahsediyor sürekli, kendimi Almanya’da hissediyorum J

Akşam üstü yine Fishermen’s Warf’a gidip biraz gezeceğiz ve ağız tadıyla deniz mahsulleri yemeye niyetimiz var. Çıkıp bir kabloluya atlayıp, kolayca varıyoruz F.W.’a. Artık caddeleri de öğrendik iyice. Biraz geziniyoruz, turistik eşya satan dükkanlara girip çıkıyoruz, Batu’ya, Yalın’a birer Route 66 t-shirtü alıyoruz. Pier 39’a kadar yürüyoruz. Hala çok sıcak. Pier 39 çok renkli ve çok kalabalık.

Çeşitli yiyecek satan yerler, cafeler, restoranlar, giysi, ıvır-zıvır mağazaları heryerde, eğlenceli bir yer. Aradan okyanus rüzgarı alan bir yerde oturuyoruz bir müddet.

 Sonra California şarapları tadımı da yapılan bir wine house buluyor grubun şarap meraklısı bölümü, hem de deniz kıyısı, serin. Önce Monterey yöresinden bir beyaz şarap, sonra da Sonoma bölgesinden bir Chardonay ki gerçekten çok iyi, peynir tabağı eşliğinde itina ile imha ediliyor. Fakat şuncacık peynir, bir lokmacık ekmekle kim doyar? Hele akıllarda bir gün öncenin ekmek içi crab çorbası varken! Gökte de tabak gibi dolunay, bu durumda hadi bakalım Boudin’e bir tur daha! Bu kez önce bir de “garlic fries” istiyoruz. Sarımsaklı, ince kesim patates tava. Pek leziz... Sonra da crab çorbası, ekşi maya taş fırın ekmeğini bandırmak, hatta çorba bitince ekmek kasesini bizzat yemeye çalışmak suretiyle midelerin en müstesna köşesinde yerini alır… Hafiften demir almak zamanıdır, yarı güneş çarpmış bünyeler için. Ayaklarımızda kara-sular, cable car’ın çınçınları, çevremiz Fransız, Alman, biraz sonra oteldeyiz.


25 Ağustos Çarşamba

Bugün fazla yormayan bir program yapacağız. Kahvaltıyı otelde alıyoruz ve Union Square’e doğru yollanıyoruz. Biraz mağaza bakıp “misyon 2”ye devam. Dünden tespit edilip, önce çok beğenilmeyen, ama daha iyisi bulunamayınca kıymete binen Peanuts t-shirt alınacak. Alınıyor. Biraz daha mağaza gezilip, "Hop on – Hop off" tur almaya karar veriliyor. Hem şehri, hem de Golden Gate’i gezdiren bir tur bu. Bileti satan çocuk yaklaşık 2 saat süren turu önce tamamlamamızı, sonra istediğimiz yerde inip , istediğimiz kadar gezip başka otobüse binmemizi (yani hopin – hopbini) öneriyor. Öyle de yapıyoruz. Üstü açık, 2 katlı eski bir İngiliz otobüsü bu. Çok şeker, tam güneyli aksanıyla konuşan bir zenci şoför/rehberi var. Adam gerçekten iyi, çok esprili bir dille anlatıyor geçtiğimiz yerleri. 1906 yılındaki büyük San Francisco depreminden söz ediyor sürekli. Taş taş üstünde kalmamış. Tam gece yarısı başlayan ve 40 saniye süren depremden sonra çıkan yangınlar, esas yıkıma sebep olan. O tarihten beri de itfaiyeciler çok itibar kazanmış bu şehirde.

Cable Car sistemini de 1800’lerin sonunda, dönemin valisi, atlar artık yokuş çıkmada iyice zorlanır olunca, kurmuş. Aynı sistem dünyada bir de Yeni Zellanda’da varmış. Geniş bir şehir turu yapıyoruz, Amerikada’ki en büyük Çin mahallesi buradakiymiş. Hatta Çin'den sonra en geniş Çinli nüfus barındıran yer buradaki China Town’mış. İtalyanların yoğun olduğu North Beach’ten de geçiyoruz. SF zenginlerinin yaşadığı Pacific Heights’ten de. Mimari açısından Chicago ile taban tabana zıt. Buradaki evler iki – üç katlı, gökdelen parmakla sayılacak kadar az. Deprem kuşağı tabii! Bir de Palace of Fine Arts, denen bir yerden geçiyoruz, eski Roma mimarisi çakması, masalsı görünümlü bir yer. Buraya piknik yapmaya de gelirlermiş. Rehberimiz Dave’e göre “holding hands, kicking cans” durumları J

Daha sonra da vuruyoruz Golden Gate’in yollarına. Müthiş bir rüzgar köprü öncesi, köprünün üzerinde daha da artıyor şiddeti rüzgarın. Bütün şapkalar çıkıyor başlardan, kimse Pasifik’e kurban vermek istemiyor tabii! Golden Gate kırmızı boyalı ama güneş ışığı vurduğunda okyanusa altın rengi yansırmış!      
Biz görmedik, gören vardır herhalde! Geri dönüş başlıyor, köprü üstü rüzgar dayanılmaz keskin, başladığımız yere Union Square’e dönüyoruz. O da ne? Karnımız acıkmış! Bu kez yine Lori’s Diner’a caddenin biraz daha aşağıdaki şubesine giriyoruz. Birer burger söylüyoruz “once upon a time in America” tadında… Sonra Hopbin yapıp China Town’a gidiyoruz bir Çin deneyimi olsun diye. Muhtelif jade, hediyelik eşya, ıvır-zıvır dükkanına girip çıkıyoruz. Murat’a göre bir nev’i Tahtakale burası. Yoksa Tahtakale mi bir China Town olmuş zamanla??? Artık otele dönme vakti. Biraz istirahat… Hava da serinlemeye başlıyor artık. Bu akşam meşhur dev yengeç Dungeness Crab yemeye Alioto’nun yerine gideceğiz. San Francisco’da son gecemiz L



Yine bir kablolu alıyoruz, bu kez asılma sırası bizde, vatman da çok komik! Genç Alman çiftle son durağa kadar dalga geçiyor. Fransız gençlerle resim çektiriyor. Hava iyiden iyiye serin. Yürüyoruz Alioto’ya kadar. Alioto’lar Sicilyalı (muhtemelen emekli mafya) bir aile. Burada iki nesil valilik yapmış aile büyükleri. Lokanta da 80 yıldan fazladır serviste. Biraz Saray – Topbaş hikayesi benzeri mi ne? İçeride bekleyen çok. Tecrübeli Tarabya garsonu benzeri bir amcanın listesine isim yazdırıyoruz. Ciddi amca 20 dakika zaman veriyor. Arada bizden önce gelenleri masalara alıyor, ciddiyetsiz olanları da bir güzel azarlıyor! Neyse azar işitmeden masamıza geçiyoruz. Bilgiç, yaşlı Tarabya ya da İtalyan garsonu benzeri servis görevlisi siparişimizi alıyor: kalamar tava, körfez karidesi ile başlayacağız ve üstüne sebebi ziyaretimiz “dungeness crab”, Chardonay ve Diet Coke eşliğinde, ekşi maya ekmeği de unutmayalım. Muratcım ben yengeç seviyorum diye büyük bölümünü bana bırakıyor dungeness’in. Afiyetle bitiriyorum. Ve otele dönüyoruz bir kabloluya atlayarak, serin hava soğuğa dönmüş artık!



San Francisco yarı beline kadar sislerde, biz ise yarın New York, New York!



26 Ağustos Perşembe

Sabah bavullar toplanıyor, bir gün önceden ayarlanan shuttle’la havaalanına gidiyoruz. Check-in Chicago’dakinden daha kolay ve hızlı. Yine fazla "vakitli" gelmişiz, kafelerden birinde çay-kahve içip vakit öldürüyoruz. Uçağımız 11:45’de, vakit gelince 66 numaralı kapıya ilerliyoruz ama uçak kapısındaki arızadan dolayı düzenli olarak 15’er dakika, daha sonra da 1 saat öteleniyor kalkışımız L Bu arada ortalıkta dolaşan biri Çinli muhtelif ufaklıklara bakıp oyalanıyoruz.
Nihayet uçağa çağrılıyoruz. Çinli ufaklık ve annesi önümüzdeki koltukta tesadüfen. Bize yol boyu cilve yapıyor. 6 saat sonra NY JFK havaalanındayız. NY gökten de ışıl ışıl...

Saat NY’da 22:00! Çantalarımızı alıp bir taksiye atlıyoruz doğruca otele. Otelimiz haftalarca önceden ayrılmış, arada aranıp teyid edilmiş Grand Union; dönem dönem PB taifesinin kaldığı, 2 sene önce de Murat’ın kaldığı otel burası. Yeri oldukça iyi Park – Maddison arası 32. Caddede. Ama odalar o kadar değil! Önce odaya girince sinmiş bir sigara kokusu, ama non-smoking odaları yokmuş! Gecenin bir yarısı cebelleşme istemiyoruz. Yarın bizim adam “Jack the Uğur” gelince ona yanarız derdimizi. Yatağı açıyor grubun “gıcık” bölümü; yatak temiz değil mi ne? Çarşaflar değişmemiş gibi!!! Derhal önlem alınıyor, yastık kılıfı olarak bir t-shirt geçiriliyor, battaniye de Murat’ın sweat shirt’ü! Yatak çarşafı ile minimum temas! Nasıl olacaksa? Gece pek uyunamıyor bu stresle tabii! Stes sahibi kişi konuşsun, grubun kalan %50’si mışşş…


27 Ağustos Cuma (mübarek gün!)
Sabah oluyor neyse, bu kez de duşun bir felaket olduğu keşfediliyor, hem çok az akıyor hem de kafasına göre bi sıcak bi soğuk. Aşağı inip Jack of Uğur bulunacak, derdimiz anlatılacak. Hatta başka bir otel mi bulsak? Çok yayıldık ama saniyede toplarız hiç mühim değil! O sırada temizlikçi teyze geliyor. Teyzeye bütün çarşafları değiştirmesini söylüyoruz, yatağı, havluları, hatta mümkünse perde ve halıları. Kadın tuhaf tuhaf suratımıza bakarken Murat bir 10’luk toka ediyor kadıncağıza. Budur! Halı ve perde hariç her şey değişiyor. Yeni battaniye, kılıflar, havlular… Camlar zaten sonuna kadar açık. İçimiz biraz rahat, aşağıda Uğur the big Jack’le müşerref oluyoruz sonunda. Odadan söz ediyoruz, “değiştirelim ama sigara içilmeyen oda yok, alt katta duş daha iyi olabilir” diyor. Oda o kadar temizlenmiş, yazık şimdi, bir-iki gün sonra diyoruz, ama duşa biri baksın yine de! Fışkırıyoruz NY sokaklarına.


Benim aklımda kahvaltı, Murat nedense hiç oralardan gelmiyor. Sağa sola yürüyoruz, kahvaltı edecek bir yer??? Neyse “Cafe M” diye bir yer gözüme çarpıyor. Murat’ın çok içine sinmese de itiraz etmiyor, giriyoruz. Acıktık yaw! Fransız işletmecisi olan küçücük bir yer. Birer croissant yiyoruz, ben bir de “chocolate devil” cup cake’le taçlandırıyorum kahvaltımı. Hayret Murat keklere pastalara yan gözle bile bakmıyor, hasta mı acaba? Çıkıp bir metro istasyonuna giriyoruz, haftalık kart alıyoruz. Önce Lexington’a gidiyoruz, bana biraz nostalji olsun diye. Sonra bir otobüsle Village’e gitmeye karar veriyoruz. Atlıyoruz bir 103’e, Soho civarı iniyoruz. Biraz dolaşıyoruz sağa sola… Piccolo Italia’ya giriyoruz.

Mulberry caddesi, her iki tarafta İtalyan lokantaları. Hemen hepsi dolu. Birine giriyoruz, Il Palazzo; Linguini ai Gamberi ve Fettucini Alfredo ısmarlıyoruz, beyaz şarap ve Diet Coke! Zero marketlerde, deli’lerde satılıyor bi tek! Biraz suratsız bir garson servis yapıyor, İtalyan lokantasında İtalyan hariç 99 milletten adam çalışıyor! Burası New York! Çıkıp Soho’ya doğru seğirtiyoruz. Sağda solda mağazalara giriyoruz. Ivır-zıvır, t-shirt vs… dolaşıp duruyoruz, arada su, kahve içmek bahanesiyle ama esas nefeslenmek için oturuyoruz. Sonra yürüyerek Brooklyn köprüsünü geçmeye karar veriyoruz. Aynı karara varmış insan seline dalıyoruz. Epey yolmuş! Ama geçiyoruz foto çeke çeke karşıya.



Bu arada “nereden bir metroya biner de geri dönebiliriz”in hesaplarını yapıyoruz. O vesile ile de yürüdükçe yürüyoruz. Fulton Mall diye bir yer görüp haritada oraya gideriz, hem de ihtiyaç molası olur ümidiyle. Ama buralar çok da şahane yerler değil, Fulton Mall denen yer Ümraniye alış-veriş caddesi benzeri bir cadde ve etraftaki tek beyaz biziz. Çok da debelenmeden bulduğumuz ilk metro istasyonuna girip dönüyoruz. Yolda bir deli görüp içerden salata alıyoruz, su, cola, şeftali… otel pikniği için J salatalar kötü!

Tespit: Burada yiyeceklerin görünümü çok güzel ama tadı plastik! 20 yıl önce de böyleydi hala böyle! İnsanlar organik yiyeceğe sardırmış, yurdum insanı entel kesim gibi! Ama nerde yurdumun salatası, sebzesi, meyvesi, eti, balığı! Neyse…

Yatak temiz, koku bütün gün açık kalan camlar ve aynı anda işlevde olan AC’dan dolayı hafiflemiş, hatta duşun kafası bile değişmiş, bize düşen yatıp zıbarmaca!


28 Ağustos Cumartesi



Sabah kalkıp otelin hemen yanındaki Türk işletmesi Kaptan’ın Kahvaltı Sofrası’nda yemeyi reddedip, atlıyoruz metromuza, istikamet Meatpacking! Burası son zamanları gözde mekanı, bi nev’i Cihangir! 14. Caddede iniyoruz, içerlere yürümeye başlıyoruz, Soho kesişimindeyiz, Abington meydanında, bir organik pazar kurulmuş, köpeğinin tasmasını yakalayan domates, biber almaya gelmiş. Bu organik pazarlardan daha sonra da karşımıza çok çıkıyor. Amerika insanı kendini organiğe vermiş (bizcileyin)! Bu da önemli tespitlerden biri olarak sıraya girsin lütfen. Aç-bilaç sağa sola bakınırken köşede bir kafe görüyoruz, Murat pek yanaşmasa da o tarafa doğru çekiştirilmek suretiyle sürükleniyor çaresiz. Bus Stop Cafe, önündeki küçük verandaya da masa koymuşlar, ama yer yok haliyle, içeri geçip oturuyoruz. Ben scrambled egg + Bacon, Murat omlet söylüyoruz çay ve kahve eşliğinde. Hiç de fena değil, kafenin diğer sakinleri de gayet düzgün, biz çıkmadan yan masaya çok süslü bir teyzemle, kocası geliyor. Hafifçe gülüşüyoruz, tanışıyormuş gibi. Unutmuşum, burada insanlar tanımadıklarına da gülümser, selam verir, hatır sorar. Çıkıyoruz, istikamet; Meatpacking district, ah bi de hangi cenahta olduğunu bilsek! Sağa sola bakınırken, yoldan geçen geçkince fakat bakımlı teyzemle köpeğine rastlıyoruz ve soruyoruz “burası Meatpacking derler yer midir?” teyzem “Nooo!” diyor, “Allahtan ki değil!”, bize yolu gösteriyor o sırada yanına gelen arkadaşlarından da yardım alarak, bu arada bir de “high line”a gidin mutlaka diyor! Meatpacking – Chelsea tarafına yöneliyoruz, daha önce gördüğümüz Apple mağazasını bir tavaf etmek ve Chelsea Market denen yeri keşfetmek üzere. Apple’da birer iPad bulup 2. Geleneksel Facebook durum mesajımızı yazıp, aleme nerde olduğumuzu duyuruyoruz. Sonra da Chelsea Market’a giriyoruz. Burası alt katta birkaç butik ve muhtelif yeme-içme (gurme) dükkanlarının olduğu eski bir depoyu, hatta kesimhaneyi andıran yer. Dehliz gibi içerilere ilerliyoruz, bir Sarahbeth’s Bakery bulup içeri giriyoruz. Murat Bey’e bir chocolate truffle yakıştırılıyor, bana ise rasberry –banana muffin, çay ve kahve ile bittabi! Çok da memnun kalmıyoruz yediklerimizden ama maksat “bucket list”te biriken chek’ler!!!


Biraz daha sağa sola bakınıyoruz, birkaç foto çekiyoruz. Önce karşımıza çıkıveren bir Oakley mağazasına giriyoruz. Batu Bey’in siparişini incelemek, alınabilecek bir şey mi bakmak üzere. Çılgın! Sonra şu “high line” derler yer nasıl bir yerdir bakalım görelim diyoruz ve nehir tarafına ilerliyoruz. Yolun üstünde gördüğümüz uzuuun bir köprüyü andıran yer o olsa gerek! Gerçektende yaklaşınca orası olduğunu anlıyoruz (bu Amerikalılar hiç bir şeyi şansa bırakmıyorlar, açık ve net yazıyorlar her bir şeyi) bir asansörle çıkıyoruz bu yol üstü asma-parka. Sadece biz değiliz normal olarak burayı keşfetmek isteyen, seven, gezen, kenardaki şezlongvari banklara oturup güneşlenen onlarca insan. Havanın hatrı sayılır bu arada, 35’ten aşağı değil!

Bir aşağı, bir yukarı yürüyoruz bu eski demiryolu, yeni asma-park üzerinde. Sağlı sollu bol bitki, arada banklar, bir tarafta Hudson River, diğer taraf Meatpacking. Daha da büyütecekler, uzatacaklar burayı, tabelalar öyle gösteriyor. Bir yeri tribün gibi düzenlemişler, önünde geniş bir cam panel, aşağıdaki yolu görüyor! Yol da yol işte, bir özelliği yok! Birçok insan var oturan, esbabı mucibesi nedir??? Hiç bilemedik. Neyse! Her şeyi bilmek zaten mümkün değil! Değil mi? Biraz turlayıp, iniyoruz.



Daha sonra da daha önce bu bölge hakkında ya bizzat ya da kulak dolgunluğu bilgisi olanlardan alınan tüyolara göre yer tespitine başlıyoruz. Örneğin Standat Otel! Listede 1 numara! Gidip yerinde tespit ediyoruz, High-Line yanında, fazlasıyla füzyon görünümlü. İçeri girip doğruca asansöre yollanıyoruz. Roof’a çıkacağız, oradaki bar çok meşhur. Asansör çok loş, yüksek tonda tuhaf bir müzik ve iki yan duvarında yanan, uçan, dalgalanan, devinen dehşetengiz bir şeyler gösteren ekranlar. Hiç sıkılmadan ve hatta şaşkınlık içinde çıkıyoruz en üst kata. Bizi uzun boylu, mini etekli, yaya yaya konuşurken ne dedikleri pek anlaşılamayan (Bizdeki sarışın-moron ikizler Esra - Cesra benzeri) 2 hostes kız karşılıyor bizi tam restoranın kapısında. Restoran “dress code” istermiş. Nehir tarafındaki bar kısmına geçip bakıyoruz, bir de küçük havuz var felaket de klor kokusu! Manzaranın hatrı sayılır.



 “Bir kartınızı alalım, bir akşam ya yemeğe, ya içkiye geliriz, kısmet” deyip ayrılıyoruz, yine aynı asansör, yine aynı ürkünç atmosfer, aşağı iniyoruz. Gelir miyiz? Restorana değil ama bara belki! Oradan Village’a doğru yürüyoruz, NYU’nun olduğu bölgeye. Washington Square Park insan kaynıyor, millet çimenlerin üstüne yayılmış güneşleniyor, ortada bir grup genç ayaklarına yaylı aparatlar (mutlaka bir adı vardır) takmış, yaylanarak spor yapıyor o güneşin altında, kan ter içinde. Ortadaki havuzun içinde çocuklar. Fıskiyeler tayf yapmış, havuzda minyatür bir gökkuşağı J


Biraz ileride bir pazar, bu kez organik değil! T-shirt, şapka, gözlük, ıvır-zıvır satılan bir pazar. Cıvıl cıvıl herkes, her şey…
Bucket listimizin sıradaki talihlisi “KATZ Deli”! Gidilecek, pastramili sandviç yenilecek! Düğün salonu büyüklüğünde bir yer, ortada masalar, kenarda sipariş bankosu, biz masaya servis bölümüne oturup servis bekliyoruz. Duvarda mekan sahibinin muhtelif Celebrity ile çekilmiş fotoları. Bir müddet onlarla oyalanıyoruz, bize bakan yok. Teyzemin teki sağa sola bir şeyler götürüp getiriyor ama bizim yüzümüze bakmıyor. Az kaldı kolundan yakalayacakken kendi gelip bir turşu tabağı bırakıyor. Sipariş alıyor; 2 pastramili sandviç, 2 french fries, bira, diet cola. Biraz sonra suratsız teyze patatesleri döke saça, dev boyutta sandviçlerle geliyor. Hiç kolay değil bu boyutta sandviçleri yemek, ama girişiyoruz tıka basa pastrami doldurulmuş sandviçlere. Bu pastrami füme olarak pişmiş (ya da pişmeye çalışmış), tadı biraz da dili andıran bir et.

Önce çok lezzetli geliyor, ilk yarısını bir nefeste yutuyoruz adeta, ama tamamını bitirince bir pişmanlık kaplıyor içimizi, hatta biraz ikrah mı desek!!! Çıkıyoruz mideler bir somun pastrami dolu! Doğruca otele, bunu ne 40 adım atmaca hazmettirir tek başına, ne de yan gelip yatmaca. İkisini de yapıyoruz. Ama pastrami kendini hep hatırlatıyor, ertesi sabaha kadar! Üstüne bol bol içilen gazlı içeceğe rağmen!












29 Ağustos Pazar


Bugün biraz az gezmeye niyetliyiz. Pazar gibi davranıp haddimizi bileceğiz. O yüzden doğruca Central Park’a gidiyoruz otelden çıkıp. Biraz bakınıp Boat House derler restorana giriyoruz, hemen gölün kıyısındaki. Kaydımızı yaptırıp sıramızı bekliyoruz mutad olduğu üzere. Ortam pek hoş, göle bakan genişçe bir verandada masalar.

Çok beklemezmişiz! Birazdan oturtuluyoruz gerçekten de. Fransız olduğu her halinden belli (bununla gurur duyduğu da her halinden belli) sevimsiz garson siparişimizi alıyor. İkimiz de cottage peynirli (bizim lor basbaya) pancake, benimki brandy’de marine edilmiş elmalı, Murat’ınki “...sız”. Ayıca muhtelif ekmek ve croissantlardan oluşan ekmek sepeti, tereyağ, reçel, ananas ve portakal/greyfurt suyu, tabii ki çay ve kahve. Sevimsiz garson kahve için istediğim sütü bildiğimiz meşrubat bardağında getiriyor. Böylesi şık bir yerde!!! Daha önce, çatalımın kirli olduğunu söylediğimde de hızlıca elimden alıp yan masadaki çatallardan birini veriyor, özür filan hak getire! Sütlük yok mu? Diye sorduğumuzda “Kalmamış ,diğer masalardan alıp size veremem ya!” diyerek, pişkinliğin ve küstahlığın doruklarına ulaşıyor ve bahşiş şansına veda ediyor haliyle!!! Biraz sonra, ne hikmetse, yan masalardan birinden sütlüğü alıp masamıza bırakıyor, greyfurt suyuma portakal eklettiriyor, iyi miyiz, hoş muyuz soruyor! O sırada zihnine bir küşayiş mi geliyor? Bahşiş fikri beyninde bir damarı mı zorluyor? Bilinmez! Her neyse, zaten kabarık hesaba ilişik gelen tip ve 2 dolar alıyor sonunda bizden. Çıkıp biraz parkta dolaşıyoruz, light bir dolaşma olacak parka kadar gelmişken, sonra da Museum of Natural History gezilecek.


Fakat Murat Bey’in sensörleri yanlış çalışıyor, tüm müdahalelere rağmen kendimizi çıkmamız gereken batı kapısı yerine, parka girdiğimiz doğu kapısında buluyoruz.


Parkı enlemesine 2 kez tavaf ettikten sonra, kan ve ter içinde çıkış kapısına ulaşıyoruz. Etraf harika doğal olarak, sincaplar, kuşlar, göller, dereler, börtü böcek… ama… biz de çok yorgunuz, ayaklar artık zor taşıyor gövdeleri ve çok sıcak!!! Müzeye giriyoruz. Murat daha önce de gezmiş burayı. Chicago’da gördüğümüze çok benzer. Uçan, yürüyen, etobur, otobur bilumum dinozorlar, maymunlar, homoerectus, Lucy ve kocası (Murat’ı onlarla birlikte fotolama) klasikleri...

Sonra, güney kutbunun keşfi sırasında T. Scott ve Amundsen’in maceralarını detayıyla öğrenme fırsatını buluyoruz. Yolculuklarını evre evre öğreniyoruz, nerelerde kaldıklarını, ne yediklerini, ne giydiklerini öğreniyoruz. Gerçekten çok ilginç, hatta Scott ve grubununki çok da hüzünlü. Hayatları pahasına böyle bir yolculuğa çıkmaları, keşfetme ve bilim sevdaları, bu uğurda ölmeleri… Amerikalı çocukların ne kadar şanslı olduğunu bir kere daha anladık; bilimi bilerek büyüyorlar, kitapları iyice anlamadan, ezbere hatmetmeleri gerekmiyor. Uygulamalı ve detayıyla, kavrayıp, içlerine sindirerek öğreniyorlar neyin ne olduğunu. Böyle büyüyorlar. Fark bu! Ve çok önemli, toplumun geleceğini belirliyor çünkü!
Müzeden çıkıp otele gidiyoruz. Park’la başlayıp, müzeyle devam eden Pazar programını akşam sinemayla taçlandırmaya niyetliyiz. Internetten bakıp Dinner for Schmucks filmine gitmeye karar veriyoruz. Village Theatre’da. Gidip biletleri alıyoruz önce, 22:15’e, sonrada tam karşısındaki The Smith’e girip bir şeyler yiyoruz. Biraz loş ve hoş bir yer. Pazar menüsünde burger ve bira var, bir burger+bira, bir de burger+cola istiyoruz kibar ve sevimli garsonumuzdan. Her şey gayet güzel, yemek, servis… Sinemaya giriyoruz, gırgır bir film beklendiği üzere, yakınlarda seyrettiğimiz bir Fransız filminin cover’ı aslında. Çıkınca bir taksiye atlayıp doğruca otele! Yorgunuz dostlar!!!



30 Ağustos Pazarte


Artık biraz alış-veriş yapsak diyoruz! Sabah 8:30 gibi fırlıyoruz sokaklara, Murat Bey önden kurgulamış; kuzen Mehmet’in önerdiği ve hatta indirim kuponlarını verdiği büyüüük elektronik mağazası J&R’a gidilecek, blue ray external drive ve tabii ki iPad sorulacak. iPad bulamayacağımız tahmin edilse de yine de soralım ve yavaş yavaş elektronik mağazalarını irdelemeye başlayalım. Bir metroyla City Hall’a kadar gidiyoruz.

Buraya çok yakın zaten, bir blok baştan başa muhtelif içerikli J&R’larla dolu; 1’den 10’a… Kameralarmış, pc’lermiş, video, tv, oyunlar, elektronik dünyasından ne akla geliyorsa… Girip çıkıyoruz ilgilendiklerimize, blue ray ext. drive yok, iPad zaten yok! Best Buy’da varmış, öyle diyor görevli. Neyse, geldik, gördük. Biz de Union Square’e gidiyoruz, hem Best Buy, hem de diğer alış-veriş olanakları açısından. Tabii o heyecanla kahvaltı güme gidiyor. Zaten yavaştan da bıkmalar başlamış her sabah yumurta+bacon olmuyor, croissant da bir yere kadar! Nerde şöyle, peynirli, zeytinli, domatesli, zeytinyağlı, kekikli bir kahvaltı! Önce Best Buy’a giriyoruz. iPad var, var olmasına ama Apple ile aynı fiyat! Nerde kaldı bunun “best buy” durumu? Görevliye soruyoruz “neden Apple’dan almak dururken burayı tercih edelim?” diye, burası şahıs hatalarına karşı ayrıca garanti veriyormuş! Hiç ilgilenmeyiz böyle şeylerle! iPad kıracak kadar sarsak mıyız? Gider alırız yerinden aletimizi delikanlı gibi! Ama o gün değil bittabi! Çıkıyoruz ve dağılıyoruz; kimimiz Snoopy’li t-shirt almaya, kimimiz daldan dala… Yarınki program Woodbury Outlet’te tam gün tur! O sebeple göz ve gönül gezdirilecek… Genelde Amerika, ama özellikle de New York alış-veriş cenneti gerçekten de! Her şey var, her yerde indirim var, hem de göz boyama değil, hakiki indirim! Bir müddet kendi kendimize takılıyoruz, dışarısı felaket sıcak, mağazalar donduruyor! Terledikçe mağazaya dal, üşüdükçe dışarı çık. Old Navy diye bir gençlik mağazasında Snoopy’li t-shirt bulunuyor, ama ne yazık ki en büyük boy X-Large! Yine de Murat Gürler’i avenue’lar aşarak bu dükkana çekmeye yetiyor! Buluşuyoruz, daha önce 2 kere zaten bakılmış, hatta tezgahtara sorup öğrenilmiş olduğu halde, Snoopy aşkı mıdır, şüpheci kişilik midir bilinmez, Murat Gürler tüm t-shirt demetini tekrar elden geçiriyor! Sonuç? Aynı! XXL yok! Çıkıyoruz, bu kez misyon Batu Bey’e kamuflaj desenli pantolon, t-shirt aramak. Murat daha önce boş durmamış, Yalın için RayBan Balorama gözlük siparişi vermiş, kitapçı gezmiş, hatta kamuflaj t-shirt satan yer bile tespit etmişi K-Mart’ta! Gerçekten de bol miktar Batu-cins t-shirt var. Ben bakınırken Murat doğanın çağrısıyla dışarı çıkıyor, tam büyük istasyonun (Central Station) yanındayız. Murat Bey bir de Kentucky Fried Chicken keşfediyor oralarda. Çok acıkmışız, ne olsa yeriz, ki Kentucky’i de özellikle beğeniriz. Ta ki o ana kadar! Yediğimiz en kötüsüydü desem yeri var! Bu durum Amerika’daki yiyecek meselesinin ne plastik olduğuna yeni bir imza! Caddeler sokaklar her seviye, kalite ve fiyatta yiyecek içecek satan yerlerle dolu. Ama gerçekten “lezzetliymiş” dedirtecek bir şey yok henüz! “Gurme” diye başlayan dünya kadar deli var, ama içerde Uzak Doğu’lu ya da sadece Doğu’lu insanlar çalışıyor fabrikasyon; salata yapıyorlar, sandviç vs… Çoğu yiyecek hazır, meyveler kesilmiş halde, plastik kaplarda, salatalar, sandviçler de öyle. Öğle saatlerinde önleri kuyruk hepsinin. İçi dışı plastik! Her köşe başı Starbucks, en büyük zincir bu, ama daha mütevazı, kendine göre “chain”ler de var irili ufaklı bol miktarda. Yoldaki herkesin elinde ortası kamışlı bir karton bardak! En berbatı da yol kenarlarına parketmiş kamyonetlerden gelen kesif kebap kokusu! Bir kebap merakıdır sarmış New York'luyu! Yarı yanmış tavuk şişlerden gelen kokular, iştah açmak şöyle dursun, mide bulandırıyor!
Çıkıyoruz KFC'dan da yarı hayal kırıklığı, yarı vicdan azabı o kadar kızarmış ve fakat tatsız tavuk yemekten dolayı! Neyse, atlatırız! Otele gidiyoruz. Biraz dinlenip dışarı çıkıyoruz tekrar, Time Square’e. Yorgunuz, ayaklar gövdeleri zor taşıyor ama olsun! Time Square’e doğru yaklaştıkça zaten ışıklı sokaklar daha da parlaklaşıyor.

Neonlar, ışıklı dönen yazılar, insan seli, biraz Taksim-Beyoğlu havası. Polis merkezi bile mavi-pembe yanar-döner ışıklı panosuyla belirtiliyor: NYPD – New York Police Department J müthiş canlı, hareketli, renkli burası! Biraz ilerde Toys’re us oyuncak mağazası. İçeri giriyoruz, içerde bildiğimiz dönme dolap, Süperman dolaşıyor, bir de robot var, çocuklarla resim çektiriyorlar.

Biraz Tinkerbell, Cinderella kostümü, aksesuarı inceliyoruz, yarın Woodbury’de, Disney Store’da bench-mark yapabilmek için J Bir yerlerde bir şey yesek, içsek mi? Gelirken görüp beğendiğimiz biracıya girsek? Ya da… boşverip otele dönsek, yatsak, uyusak! Yarın sabah erkenden internetten kiralanan araba alınacak Dollar’dan ve Woodbury’e taarruz var!




31 Ağustos Salı


Sabah 8 gibi kalkıp, başlıyoruz yürümeye, 22. Cadde – 2. Avenue’ya. Yakın gibi geliyor nedense; 10 blok aşağı, 3-4 blok sağa, iki bıyık bükümü sola, üç evlek ilerü! Ama yarım saati buluyor bulmamız Dollar’ı. İçerde bir zenci hatun bizden önceki müşteriyle ilgileniyor. Bize sıra geldiğinde, nispeten daha hesaplı diye düşündüğümüz ve 56 $ + 15 $ navigatör = 60 – 65 $ olarak hesapladığımız araba kirası, vergi ve sigortayla beraber iki katına çıktı! Ayrıca navigatör de Tomtom değil! Biz Özgür’süz nasıl yol buluruz?! Neyse… Murat içimi rahatlıyor; otobüsle gitmek hiç akıl kârı değil, çok kalabalık oluyor, ayrıca aldıklarımızı nereye koyacağız? Doğru, neyse… Alıyoruz Chevrolet şehir tipi arabamızı, vuruyoruz New York’un yollarına. Özgür yerine bir hatun yönlendiriyor bizi. Ancak, bu yol tipine alışkın değiliz, karmaşık, ayrıca ses de çok net değil! Yok 89 doğu, yok 27i, bol rakam ve harf silsilesi. Neyse fazla karışmadan ulaşıyoruz Woodbury’e. Park ediyoruz. Önce food court’ta bir kahvaltı, sonra indirim kuponlarımızı alıyoruz ve dağılıyoruz ara ara toplaşmak üzere. Akla gelebilecek her markanın mağazası var burada. Hepsinde indirim, bizim Viaport benzeri ama küçük bir kasaba büyüklüğünde. Giriyoruz çıkıyoruz mağazalara, bazen birlikte bazen ayrı ayrı. Arada bir şeyler yiyor içiyoruz. Akşamüstüne doğru artık pes edip dönüşe geçiyoruz. Nasıl geçti onca saat? Bu kez daha az stresle dönüyoruz Manhattan’a, tek derdimiz otele eşyaları bıraktıktan sonra bir benzinci bulup depoyu fullemek. Otel kolay tabii ama ondan sonra başlıyor "3. Geleneksel Teslim Öncesi Benzinci Arama" seansı. Birkaç dönme, dolanma, debelenme sonunda alıyoruz benzinimizi ve teslim ediyoruz arabamızı. Ne yazık, bu navigatör girdi gireli hayatımıza, diğer bir geleneksel aktivitemiz “yön bulma konulu aile kavgaları”nın eski tadı yok! Çok hafif ve heyecansız atlatılıyor evreler. Neyse, belki bir ara navigasyonu durdurup bir nostalji yaparız ülkenin birinde J
Otele tekrar uğramıyoruz artık, niyetimiz dün görüp beğendiğimiz biracı Hearthland Brewery and Rotisserie’de yemek yemek. Ama önce Toys’re Us’a girip, daha önce gözümüze kestirdiğimiz Denizkızı kıyafetini alacağız İrem Hanım’a. Büyük hata! Biz bu saplamayı yaparken, Hearthland mutfağı kapatıyor saat 21:30’da!!! “Şaka mı?” diyoruz, “Buyrun barda içki için, tatlı yiyin. Ama yemek yok!” diyorlar açık - seçik! Az önce burun kıvırdığımız, tam yanındaki Mexican Grill’e giriyoruz. Ben taco istiyorum az acılı, bir Corona beraberinde; Murat ise burrito, Cola Light eşliğinde! Hiç ummadığımız kadar güzel yemek! Bir taco daha paylaşacak kadar! Ama ant içtik, yarın şu Herathland’e gelip yiyeceğiz yemeğimizi! Artık yorgunluk ayakları çoktan geçmiş, kalça hizasında. Doğru otele.

1 Eylül Çarşamba


Bugün program kültürel olarak ağır, ama motor hareketler açısından hafif olacak! İnşallah, kısmet! Saat 14:00’de daha haftalar önceden internetten biletlerini aldığımız Broadway gösterisi Wicked’e gidilecek. Nispeten geç kalkılıyor. Önce bir kahvaltı için otele çok yakın Pret a Manger’ye gidiyoruz. Bu da bir chain, organik ve taze (fekat hazır!) yemek satıyor. “Her şey günlük burada” diye pazarlıyorlar, hatta bir duvarda “Burada bugün satılmayan her şey akşam homeless’lere verilir, yarın satılmaz. Yarına tazesi yapılır. Doğrusu da budur!” mesajı var. En güzeli! Neyse, birer blue-berry’li yoğurtlu gevrek (crunch), birer croissant indiriyoruz gövdeye çay ve kahve ile. Bir de Paşabahçe USA ofisten Neil’i (nam-ı diğer Nail abimiz) arıyoruz. Buralara kadar gelmişken otele de çok yakın bir yerdeki ofise uğramazsak ayıp kaçar! Arıyoruz Neil’i ve yarın öğlene sözleşiyoruz ofiste buluşmak üzere. Yavaştan Broadway cenahına gitsek iyi olacak, daha internet makbuzunu bilete çevireceğiz gişeden! O tarafa seğirtiyoruz. Hava müthiş sıcak yine! Bir yandan da, valiz alma maksadıyla gördüğümüz valiz satan her yere bakıyoruz yol üzeri. Oyun Gershwin tiyatrosunda. Broadway’le 8. Avenue arasında 51. Caddede. Gidip alıyoruz biletimizi, daha 1,5 saatimiz var. Buraya gelirken yolda gördüğümüz “hazır yemekçi” Cosi’ye giriyoruz ki burası da bir chain küçük çaplı. İçerisi felaket kalabalık, salata kuyruğu ayrı, sandviç kuyruğu ayrı, shake için de ayrı bir yer yapmışlar ama kuyruğu yok! Ben oraya gidiyorum, henüz acıkmadım ama serin bir şeyler içebilirim. Çilekli bir shake alıyorum ve tadına bakıyorum; tadından yenmiyor da, içilmiyor da! Çok çok çok tatlı! Murat ise salata kuyruğunda sırasını bekliyor. Her yerde sıra, her yerde kuyruk! Yemek tarzı aynı, aynı türde fabrikasyon hazırlanan "hazır" yiyecekler! Ben bulduğum (tek) boş masaya oturuyorum, tam kahve sebilinin ve kamış, peçete bankosunun önü! Gelen bir popo atıyor giden bir tekmeliyor sandalyemi! İçimden birine çelme takmak geçiyor, ama düşmez ki kalabalıktan! Vazgeçiyorum, o arada Murat geliyor bir kahraman edasıyla, elinde “feta” cheese ve “kalamata” olive’li “greek” salatasıyla! İçinden bir iki peynir zeytin kırıntısı avlıyorum, tirbüşonla çıkıyoruz çekecekle girdiğimiz “plastik yemek merkezi”nden! Giriyoruz tiyatroya, yerimiz balkonda ve ortalarda, hem enden hem boydan. Fena sayılmaz! Ve show başlıyor! Gerçek bir show! Oyuncular, müzik, senaryo, dekor, kostüm, sahne düzeni, elektronik/görsel oyunlar her şey, her şey MÜKEMMEL! Daha önce hiç izlemediğimiz kadar! Ayakta alkışlıyoruz. Ağızlar kulakta çıkıyoruz tiyatrodan, iyi ki gelmişiz! “Broadway showuna gidiyoruz, uzun pantolon ve gömlek olmasa da yakalı bir t-shirt giymek gerekir” şeklinde ikna edilen ve buna binaen haftalardır giydiği bermuda+geniş yaka/ince doku t-shirtünü çıkarıp, uzun pantolon giymiş olan Murat, bu kadar dayanabiliyor resmiyete. Doğruca otele gidip mutad kostümüne bürünüyor acele. Sonra çıkıyoruz, şu Braveheart mı, Hearthland mi neyse oraya gideceğiz artık yemekleri bitmeden, ne zorumuzaysa! Saat 19:00 gibi ordayız, işi şansa bırakmak yok artık! Fekat dün mutfak kapandı diyen host çocuk, “Sizi aşağı alalım, orada bir yere oturturlar” diyor! Aaa yok artık, bu kadarı da fazla, biz burada oturmak istiyoruz, aşağı tıkılmak istemiyoruz! Üstelik bir dünya boş masa var bu katta! Oradaki masalar rezervasyonluymuş.. muş… muş! Bir caz yapıyoruz orta şiddette ve oradaki masalardan birine oturtuyoruz, zafer kazanmış iki komutan başlıyoruz menüyü incelemeye! Garson çocuk karidesli chowder’ı sayıyor o günün spesiyalleri arasında. O da ne! San Francisco’dakinden mi acep? Ismarlıyoruz, bir de nachos ortaya. Ana yemek olarak da birer et istiyoruz. Biracıdayız haliyle muhtelif bira ve diet cola, o da haliyle… Başlangıçlar ve biralar gayet iyi, et eh! Patlama raddesine gelmiş olma itibariyle tatlı (yi)yemiyoruz, “azmeden derviş, Braveheart’a gelmiş, mideyi delmiş” olmasın diye! Yoksa o laf öyle değil miydi?



2 Eylül Perşembe

Sabah kalkıp iki gruba ayrılacağız, saat 11:30’a kadar münferiden bakiye alış-veriş, sipariş, hediye vs işlerini halledip, 12’de ofise gideceğiz. Elektronik uzmanımız Murat Bey, Filiz’in camera lens siparişini halletmek üzere ilgili bölgeye yönleniyor. Alış-veriş uzmanı Esvet Hanım ise bir Army-Navy mağazası bulup Batu Bey’in siparişlerini halledecek, bilahare de Victoria’s Secret’tan bilumum gerekli-gereksiz alış-veriş ortamlarına akacak. Tüm vazifeler halledilip, 11:30 gibi buluşuluyor otelde ve ofise doğru yola çıkıyoruz, Madison’la 26. Cadde istikametine. 41 no.lu bina daha doğrusu gökdelenin 7. katında Paşabahçe’nin ofis ve show-roomu. Diğer pek çok cam üreticisi de aynı binada konumlanmış. Neil karşılıyor bizi, çay kahve ikram ediyor. Biraz cam dünyasından söz ediyoruz, biraz seyahatimizden, dünkü showdan… Neil Broadway showlarıyla ilgili fikirler veriyor bize. Memphis, Jersey Boys, Heights vs… Ama bunların en iyisi de Phantom of the Opera diyor, özellikle görsellik söz konusu olduğunda! Bir de çok önemli bir tüyo; Broadway üzerinde 44 ve 45. Caddeler arasında TKTS diye bir yer, her akşam o gece tüm showlarda satılmayan biletleri %40 – 50 indirimli olarak satıyor, saat 6’dan sonra! Heyyo… Neil bir de New York’taki (yoksa tüm Amerika’daki mi?) en şahane burger ve patates kızartmasının yerini açıklıyor: Shake Shack, shake seviyorsak, en iyisi yine orada. Hem de hemen aşağıda Madison Square Park’da!!! “Parka girin” diyor Neil, “uzuuun bir kuyruk göreceksiniz, ahan da orası!”

Her zaman kuyruk olurmuş önü, “don’t give up!” diyor. Veda ve teşekkür edip Neil’a verdiği bütün bu önemli bilgiler için, doğruca parka seğirtiyoruz. Kuyruk yok gibi ilk bakışta, ama ön tarafına geçince görüyoruz ki hayli uzun bir sipariş kuyruğu. Saat 1 civarı, öğle arasıdır, biraz oyalanıp daha geç gelelim, kuyruk da biraz hafiflesin diyoruz. Yalın’ın “dirty” gözlüğünü almaya gidiyoruz. Hava fena halde sıcak yine! Bir metro gidip, bir metro geliyoruz, saat 2’yi çoktan geçmiş, kuyruk da biraz kısalmıştır elbet! Ne mümkün aynı yerinde duruyor adeta bütün o güruh! Akıllı zat Murat sen biraz dur, sonra değişiriz diyor ve sıcağın alnına alnına sürüyor bendeniz zavallıyı! Biraz sonra da gölgede bir masa bulup kuruluyor, artık oradan kalkıp kuyruğa gelmesi ve yer değiştirmemiz mümkün değil, eh bunun bir rövanşı olacak Saygıdeğer Murat Bey!

Biz güneşin altında Allahın bir hamburgeri için zulüm çekerken, kendisi fotoğraf çekip, sevimli sevimli sırıtıyor oturduğu cennet mekandan! Neyse sipariş verme sırası bana geliyor dakikalar sonra, kan ter içinde, double Shack burgerleri, patatesleri ve çikolata-vanilyalı shake’leri söylüyorum Dünyanın En Şahane Hamburgercisinin, camekanın içinden sipariş alan gözlüklü ve aynı zamanda Çinli sipariş alma elemanına! Bir de teyid ettiriyorum, bunca bekleme sonucu double değil de single filan verirler, Allah muhafaza! Elime herkese verdikleri tv kumandası benzeri pager veriyorlar bir adet, ve zırtlayınca hazırdır sizin sipariş gelin alın diyorlar. Bu memlekette bu sistem çok yaygın! Eline bir pager bir de numara (o nedense bilmem, çifte kontrol olsa gerek) verip yolluyorlar, zırt dediği yerde gidip masana oturuyorsun! “bakın hanfendi, o beyler bizden sonra geldi, bizim sıramızdı!” filan gibi geyiklere de mahal kalmıyor bu vesile ile. Murat Bey o anda insafa geliyor ve sen otur ben alırım diyor. Alıyor da siparişleri netekim! Kan-ter içinde kalan zavallı bana acımış olsa gerek. 2 koca kutu “junk” malzeme ile geliyor. Sabah kahvaltısı da edilmemiş ya (en azından bu gariban tarafından) Pavlov’un köpeği gibi bekliyorum “junk” malzemenin masaya oturtulmasını ve saldırıyorum. Ağzımızın kenarına bulaşan sarıyı, kırmızıyı göz yoluyla birbirimize işaret ederek götürüyoruz tamamını, üzerine de yoğun kıvamlı çikolata ve vanilyalı shakelerimizi indiriyoruz mideye. O arada gırtlak belasına sahaya insanların yakınına inen sincabı da resmediyoruz.

Demiştim ya bu memleketin sincapları pek insancıl, evde bakılanı var mıdır acaba? Bir yandan da çevremizde dolaşıp, o şevkle yerken ağzımızdan düşüveren kırıntıları toplamak üzere bekleşen serçe ve güvercin boyutlarında muhtelif kuşlar. Her masanın bir kuş klanı var bu anlamda. Önce minik bir patates kırıntısı atıyorum, minik bir serçe kapıyor, sonra birkaç tane daha deniyorum, hep ufaklıklar cesur ve çevik, güvercinler poposunu kaldırıp, boynunu uzatıp alana kadar, serçeler bir plonjonla havada kapıp götürüyorlar malı J yiyemediğim bütün patatesler böyle bitiyor, bu büyük kuş - küçük kuş çekişmesi sonucu ben çok eğleniyorum ve bütün küçük kuşların karnı fazlasıyla doyuyor.

Ayrılıyoruz kuşlu, sincaplı parktan, fena sıcak, fena doymuşuz! Broadway’e gidip bilet alacağız, azimliyiz. Ama önce diğer bir ulvi vazifemiz var sırada; Apple’a gidip iPad’lerimizi almak. Muhtelif Apple’larda muhtelif temaslarımız oldu kendileriyle. Ama artık sahip olma zamanıdır! 5. Caddedeki mağazaya gidiyoruz. Giriş kuyruk marifetiylen. İlk kez bir elektronik mağazasına girerken sıraya giriyorum. Yanda da çıkış kuyruğu var! İçeri giriyoruz adeta bedava “elma” dağıtıyorlar. Kasa sırası var, üç kıvrımlı bir kuyruk! Doğruca giriyoruz kuyruğa hiçbir şeye bakmadan, sormadan, etmeden! Sıra bize gelir-ayak, Murat görevli bir çocukla konuşmaya başlıyor. Derdimizi anlatıyoruz; biz 3 tane istiyoruz da, ayıptır söylemesi; Murat Bey’e 64 GB, 3G’lisinden, bana ve Yonca’ya 16 GB’lık. Bir ara Murat’ın gazına gelip ben de 64’lük almaya yelteniyorum, ama hafızadan başka bir avantajı olmadığına yemin billah edince ilgili, bilgili, yardımsever ve dahi kibar Anthony (adı buymuş, ayrılırayak tanışıyoruz) vazgeçip, 16’lığa karar kılıyorum. 200 $’ım da cebime kalıyor. Ben onunla ne kozmetikler, ne elbiseler alırım J Birer de kılıf alıyoruz Murat’la. Anthony’le sohbet iyi ama artık çıksak iyi olacak. Ben bizi kasalardan birine yönlendirmesini beklerken, ödemeyi çocuğun elindeki cep telefonu benzer alete yapıyoruz. Kredi kartını aletin yanından geçirip, parmakla üzerindeki ekrana imza attırıyor, hop bitti. Faturalar da hazır anında, hem döküm olarak, hem de mail adreslerimize yollanmak üzere. Teknoloji her tarafımız, dörtbir yanımız! Üç iPad torbamızda otele yöneliyoruz doğruca. Oyuncaklarımızı bavullara kilitleyip, doğru Broadway’e. Daha akşama bilet alacağız. Cuma sabahı aldığımız 7 günlük metro biletlerimiz hala çalışıyor. Saat 18:30, gerçekten de TKTS gişesi açılmış, gişelerin önü kuyruk ama çok değil, hızlıca sıra geliyor, “Operadaki Hayalet’e 2 bilet lütfen” %40 indirimliymiş o gecenin biletleri, adam başı 74,50 $ ödüyoruz oldukça önlerde bir yer için. Gerçek fiyatı bu biletin 125 $ civarı! Neffis!!! Hayalimdeki “Operadaki Hayalet”i görebileceğim J hem de önlerden. Vakit geçirmek için bir Toys’re Us yapıyoruz, küçüklere hediye bakıyoruz. Sonra da Majestic Theatre’a! Kapı henüz açılmamış, ama önü kalabalık. İri yarı bir zenci amcam kapının önünde dersimizi öğretiyor; cep telefonuyla konuşmayın, fotoğraf katiyen çekmeyin, hele ki flaş asla kullanmayın, dışarıdan yemek getirmeyin, ciklet çiğneyip balon patlatmayın, aranızda konuşmayın, tuvaletten çıkarken ellerinizi yıkayın, bakın şimdi kapıları açıcam, itişmeden içeri girin, kardeş kardeş izleyin gibisinden dersler… Kapılar açılıyor, uslu uslu içeri giriyoruz. Shack burgerler hala varlığını hissettiriyor, ama bir şeyler içebiliriz. Bar – büfe arası bankoya yaklaşıyoruz bir beyaz şarap istiyorum, Murat da ne istesem diye bakınıyor. Barmen – büfeci arası çocuk plastik bir kadehte şarabımı veriyor, o arada nasıl beceriyorsam bardağı devirip şarabı etrafa saçıyorum, tezgahın üstünde ne kadar kağıt peçete, utançtan bakamadığım, dolayısıyla söyleyemeyeceğim daha bir sürü şey, bir bardak şarap altında kalıyor. Barmen çok şeker, hemen bir bardak daha dolduruyor ve oradaki şaraba batmış peçetelerle tezgahı kurulama çabama son vermek için, “dert etmeyin, ben hallederim” benzeri bir şeyler söyleyip, sanırım beni uzaklaştırmaya çalışıyor. İkinci bir kaza, daha ağır sonuçlara neden olabilir! Murat bir şey almaktan vazgeçiyor tabii, bir kenara çekilip vakit dolduruyoruz. Sonra içeri giriyoruz, yetmişlerinin sonuna gelmiş, azıcık da konuşma zorluğu çeken bir teyzem bize yerimizi tarif ediyor. Bir de program veriyor. Geçip oturuyoruz, oldukça önlerde ve ortalardaki yerimize. Burası Gershwin tiyatrosundan daha küçük ve daha eski, biraz Süreyya havasında. Herkes bir telaş sahnenin fotoğrafını çekiyor. Tek başına olanlar cep telefonlarıyla kendilerini çekiyor. Tuhaf! Oyun başlıyor. Herşey olağanüstü tahmin ettiğimiz gibi. Müzik muhteşem, oyuncuların performansı, teknik detaylar, her şey ama her şey kusursuz, harika! Nefis bir show, görsel şölen! Fakat salon gittikçe soğuyor. Dünkü oyunda hazırlıklıydık, şalımız yanımızdaydı. Bugün ise zemheri zürafası durumu hakim. Bir ara karanlıkta Alaz’a aldığım t-shirtü geçiriyorum üzerime. Fena da gelmiyor. Biter bitmez çıkarıp poşetine koyuyorum. Kimse görmüyor ve bunu Alaz’a söylemiyoruz J Keyifler fazlasıyla yerinde çıkıyoruz tiyatrodan, Time Square yine ışıl ışıl ve kımıl kımıl. Biz ise yorgunuz ve karnımız hala tok! Ne burgermiş! Bir metro oteldeyiz. Mışşş…


3 Eylül Cuma


Dönüşten bir gün önce, gezilecek yerlerin nerdeyse tamamı gezilmiş, alınacaklar alınmış, rahat bir gün. Sabah otelin biraz ilerisindeki kahvaltıcıya gidiyoruz. Murat bir önceki gelişinde keşfetmiş burayı. Son bir Amerikan kahvaltısı yapalım yumurtalı, baconlı, hatta yer kalırsa bir de french toast attırırdık. Ama yumurtalar çok geldi. Bir de Murat’ın aklına Fransız kafesine gidip bir cappucino eşliğinde “chocolate devil” keki ile kapama yapmak sokulunca! Oradan çıkıp yan sokaktaki Cafe M’e gidiyoruz bu durumda. Sonra, akılda kalan bir-iki alışveriş için Union Square’e.

Rahat bir fine tuning alış-veriş meselesine, hatta bir valiz daha alınıyor ya sığamazsak diye! Bir taksiyle otele dönüyoruz. Saat 4 civarı otelde olalım ki online check-inimizi yapalım gecikmeden. Tam uçak saatinin 24 saat öncesi giriyoruz THY’nin sitesini, uçak neredeyse dolmuş. Tüm koltuklar dolu. İlginç bu kez 3 + 3 + 3 koltuk düzeni. İkili koltukta oturamayacağız yani! Neyse bulabildiğimiz en ön, en uygun 40. sıraya yapıyorum chek-inimizi. Bu iş de halloluyor. Sonra biraz ön yerleştirmeler yapılıyor bavullara. Bu son akşamın programı Meat Packing’de yemek yemek. Aklımızda Standard Grill var, otelin altındaki restoran, ama gözümüze başka bir yer kestirirsek oraya da gireriz, ne gam! Metroyla gidiyoruz 14. cadde ile 8’in kesişimine. Sağa sola bakınarak yürüyoruz, hatta bir ara geniş refüje yerleştirilen sandalyelere oturup gelen geçen ve genel olarak “Amerika İnsanı” hakkında tespitlerde bulunuyoruz. Sonra da Standard otele doğru yürüyoruz tekrar, Standard Grill iyi görünüyor, hafiften acıkmalar da başlayınca girip oturuyoruz açık kısmında bir masaya.


Kafamıza göre değil tabii ki, otur”tul”uyoruz. Saat henüz erken olduğu için kolayca yer buluyoruz. Menüyü incelemeye koyuluyoruz. Süslü fakat çok kalabalık değil. Önden bir tapas tabağı söylüyoruz paylaşmak üzere. Zaten geçerken masalardan birinde jamonları görmüştü Murat. Bol miktarda İspanyol şarküterisi (jamon dahil bittabi!) parmesan peynir, bir de fırından yeni çıkmış mini somunlar halinde tazecik ekmek. Ekmeğin sunumu da harika, kenarları kıvrılmış küçük bir kesekağıdı içinde! Özlemişiz bu Akdeniz lezzetlerini… Olmazsa olmaz diet Coke ve Chardonnay eşliğinde. Ana yemek olarak da ıstakoz salatası istiyoruz, yanında ise baharatlı “palmiye kalbi”! Bakalım nasıl bir şey çıkacak, bi nev’i kumar ama side-dish olduğu için kötü de olsa acıtmaz! Her şey harika, tüm yemekler. Eh son gecemiz tatlısız olmaz! Tatlı olarak da yine paylaşmalı (iki kişilik oluyormuş bu tatlı) The Deal-Closer istiyoruz; büyücek bir kase içinde bitter çikolata mousse ve krema, bir de tahta kaşık sallamışlar içine!!! Oy oy oy… Bir çikolata bu kadar mı yoğun hissettirir kendini! Fena halde yoğunlaştık çikolataya, müthiş bir ışık aldık kendisinden, enerjimiz tuttu yani J Memnun ayrılıyoruz Standard’ın Grill’inden ziyadesiyle…


Bir otobüse atlayıp Union Square’de dolanıyoruz bir müddet, sonra da otele dönüyoruz. Yarın dönüş L

 

4 Eylül Cumartesi


Uçağımız 16:45’de. Murat’a kalsa 8 gibi gidilecek havaalanına, neme lazım check-iniydi, pasaportuydu, güvenlikti filan! Neyse çok ısrarcı değil, saat 12’ye bir taksi istiyoruz, beyazından. Sarı taksi önceden çağrılamıyormuş, kapıdan çevirmek gerekiyormuş. Aman riskli olur, en iyisi 3- 5 kuruş fazla verip garantili arabayla gitmek. Zaten 5 tane valiz! Valizlerimize son eşyaları koyup kapatıyoruz ve kahvaltı için çıkıyoruz. Dünkü yer iyiydi ama kapı duvar! “Labor Day weekend”miş. Biz de Cafe M’e gidip croissant yiyoruz. Sonra da biraz geziniyoruz 5. caddede.


Bir Halloween mağazasına gidiyoruz, çeşit çeşit kostüm, şakalar, peruklar, takma diş, burun, akla ne gelirse. Çok eğlenceli, insan saatlerini geçirebilir burada. Ama artık otele dönme vaktidir, hatta memlekete dönme vaktidir, Ey Gürlerler!









Valizleri alıp aşağı iniyoruz Türk Recep. Jack ÖzUğur aracımızı ayarlamış, atlıyoruz yarı-limo arabaya ve doğruca havaalanı. Rahat bir check-in (zaten teferruatı internetten yapılmış), bavulların güvenliğe teslimi (burada usul buymuş), güvenlikten ve pasaporttan geçiş. Hepsi gayet hızlı ve rahat…


Lounge’a giriyoruz, Kore havayollarıyla ortak. Biraz çay kahve, biraz telefon edip Amerikan kontörlerini bitirme, uçağa giriş, az da olsa “Business up-grade’i” ümidinin son buluşu, akabinde hafif hüsran, koltuklara yerleşme, ilk kez binilen Boeing 777’nin incelemesi, koltukların sağının solunun kurcalanması, “Duydunuz pilotun sesini, koltuk arkalıklarını dikleştirin, derin nefes alın, hop uçtuk!” anonsu…


BİTTİ

Esvet

Eylül 2010