06/08/2005 Cumartesi
Ayvalık’ta
bulutlu, rüzgarlı, gök gürültülü, serin, kısaca tatsız geçen bir günün sonuna
doğru saat 17.00 civarı arabamızı Setur Marina otoparkına park edip
valizlerimizle feribota bineceğimiz gümrüğün yolunu tutuyoruz. Hava düzeliyor
gibi. 5 – 10 dakika süren pasaport işleminden sonra feribota biniyoruz. Feribot
yavaş yavaş doluyor. Yunan / Rum vatandaşı ağırlıklı. Herkesin elinde bir
baklava paketi, poşetler, çantalar… Yıllar önce Avustralya’ya yerleşmiş
Selanik’li bir amcayla tanışıyoruz ilk oturduğumuz yerde, üst güvertede. Zaman
geçiyor, kalkış saati olan 18.30 çoktan aşıldı. Bu arada diğer feribotun
yolcularını da bizim alacağımız, bu yüzden onları beklediğimiz söyleniyor. 45
dakika rötarla kalkıyoruz, dışarıda üşüyeceğimizi düşünerek içeri giriyoruz
ancak salon tam bir tımarhane! Her kafadan bir ses çıkıyor, insanlar çığlık
çığlığa sesini duyurmak için hep bir ağızdan bağrışıyor! Rumca olduğundan ilk
önce tartışıyorlar mı, kavga mı ediyorlar pek anlamadığımız konuşmalar,
birbirlerine Ayvalık’tan aldıkları deri ceketleri, çeyizlik eşyaları
göstermeleriyle devam ediyor. İlk anın şaşkınlığı geçince alışılıyor galiba,
gürültü o kadar rahatsız etmez oluyor. Tam tersi, farklı koltuklarda sürüp
giden, anlamasak da ilginç gelen konuşmalara kulak misafiri olmaya, hatta yorum
yapıp, senaryo üretmeye başlıyoruz geleneksel olarak. Bir içerde bir dışarıda
geçen 1,5 saatin ardından Mitilini limanındayız. Burası adanın başkenti aynı
zamanda! Yunanlı yolcuların fazla olmasından pasaport işlemi kısa sürüyor. Bizi
dışarıda Setur kanalıyla önceden ayarladığımız kiralık arabamızı teslim etmek
üzere Stratos bekliyor. Yazıhanesine gidip, adada gidilecek yerlerle ilgili
özet bilgiyle birlikte Hyundai Getz arabamızı teslim alıyoruz. Araba önce biraz
küçük gelse de ne kadar isabetli bir seçim olduğunu ilerleyen saatlerde, adanın
dar ve virajlı yollarında derhal idrak ediyoruz. İstanbul’dan rezervasyon
yaptırdığımız otelimiz güneyde, Plomari’de. Yaklaşık 1 saat içinde (daha sonra
her virajını sular seller gibi öğreneceğimiz) dar ve dolambaçlı yollardan
geçerek tepedeki Sandy Bay oteline (sadece 1 kez soruşla) vasıl oluyoruz. Bay
Kaknis bizi bekliyor. Anahtarımızı veriyor. Oda hiç fena değil, deniz ve havuz
manzaralı, havuzdan gelen klor kokusuna ve hemen alttaki lokantadan gelen çatal
bıçak şakırtısına hakim! Çantaları bırakıp çatal bıçak seslerini takip
ediyoruz. Eh saat 10 olmuş ve acıkmışız haliyle… Midilli’deki ilk “Grek
Salata”mızı ısmarlıyoruz bir de menüdeki en makul yemek gibi gelen etli
patlıcan. Salata güzel, ama patlıcan bol yağ çekerekten kızarmış ve et de
“spam”!!! (Spam: Aynen internetten bildiğimiz anlamı kadar tatsız, ne idüğü
belirsiz, gözünü kapasan hayatta ne yediğini anlayamayacağın kadar lezzetsiz
bir et parçası. Kaynak: Murat ) O açlıkla büyücek bir parçası yendi tabii! Ve
bir de Uzo’nun tadına bakıldı ilk geceden (Tada bakan: Esvet)!!!
07/08/2005
Pazar
Güzel
bir uyku çekip ertesi sabah sıkı bir keşif turu için hazır vaziyette kahvaltıya
iniyoruz. Kahvaltı pek bişeye benzemiyor. Konuşma (hatta belki de duyma) özürlü
bir teyze büfenin başında duruyor ve yol gösteriyor. Konuşmayı da çok
seviyor!!! Uzun uzun bişeyler anlatıyor işaret diliyle: “önce şurdan tabak
alın”, “çatal bıçak aha orda”, “kahve burada, çay önünde”, “ekmek kızartma
makinesine o kadar kalın dilim ekmek koyarsan olacağı budur!” anlamına
geldiğini düşündüğümüz seslerden oluşan bir konuşma bu! Bu Yunanlılara mutfak
konusunda çok şey öğretmişiz ama kahvaltı konusunda sınıfta kalırlar. Nerde
bizim o Ege’ye has peynirli, zeytinli, zeytin yağlı, domatesli kahvaltımız!
Çok
da umurumuzda değil aslında, arabamıza atlayıp vuruyoruz batıya! Hedeflenen
ulaşım yeri adanın batı ucundaki “Petrified Forrest”! Plomariden çıkıp kıyı
kıyı devam ediyoruz. Dağlara tepelere kurulmuş çok şirin köylerden geçiyoruz.
Yollar çok dar ve virajlı, hatta yerleşim yerlerinde daha da daralıyor.
Köylerde yollar o kadar dar ki çıkışlarda park yerleri yapmışlar ahali
arabasını park etsin diye. Burada en çok eksikliğini hissettiğimiz konulardan
biri (ki ilerleyen günlerde de daha iyi kavrayacağımız) otopark görevlisi (Dikkat!
Abartıp “mafyası” demiyorum), değnekçi ve park ücreti!!! Park yeri bulursan
koyuyosun arabanı! Amme hizmeti yapan “Gel abi, sağ yap gel”ciler bile yok! En
sevdiğim ve özendiğim ulaşım şekli ise mopetler. Herkes bir mopetin üstünde,
fırt fırt geziyorlar. Özellikle şehir içinde… Hem de sadece erkekler ya da
gençler değil, teyzemler de… Yani annem mesela, almış Yurdagül Teyze’yi motorun
arkasına çarşıya çıkmışlar… Öyle şirin manzaralar. (Bu kadar mopet saplaması
yeter) Plomari’den batıya kıyı kıyı (bazen de yolun durumuna göre tepe tepe!)
gidildiğinde Midilli’nin o meşhur at nalı benzeri formunun içeri doğru girinti
yapan “Kalloni” körfezini geçmek durumunda kalıyorsunuz (ki buna kimsenin
itirazı yok!) Yolda tepedeki Polichnitos köyünde durup, tipik bir köy
kahvesinde adı “Grek Kafe” diye geçen, bildiğimiz Türk kahvesi içiyoruz. Aslında
belki de “Grek Kafe” demenin bir sakıncası yoktur. Çünkü nerde bizdeki o okkalı,
sade kahveee, nerde orda içtiğimiz köpük/telve özürlü, tabaksız fincanda servis
edilen kahveler!!! Birkaç deneme-yanılmadan sonra vazgeçip frape ya da filtre
kahveye döndük zaten! Arada işgüzar bir Yunanlı amcanın bizi yanlış
yönlendirmesi, farklı dağ yollarına sapma, nerdeyse aile faciasına yol açan
doğru yolu bulma çabalarıyla taşlı topraklı yollardan geçip Kalloni’ye
varıyoruz. Bu arada yağmur başlıyor hafiften ve sabah kahvaltısından hüsranla
kalkan midelerde hareket (o da hafiften!) Kalloni o koca körfezi ve adanın
merkezinde konumlanması nedeniyle önemli şehirlerden biri. Yemek yiyecek bir
yer arıyoruz. Birkaç kafenin önünden geçip iskemlelerinin kuru olmasının da
avantajını kullanarak bir yerde oturuyoruz. Birkaç masada amcamların
demlendiği, lokanta desem değil, meyhane desem değil, kafe desem hiç değil
erkek yoğun bir yer! Grek salatalarımızı söylüyoruz derhal (soğansızından) hiç
riske atılmadan. Bu Grek salatası dedikleri de bizim “çoban”ın aceleye gelmişi
gibi bişey! İrice doğranmış domatesler, ince dilimlenmiş az hıyar, dolmalık
biber, halka soğan, üç-beş zeytin ve üstünde büyük bir parça beyaz peynir! Sos
dersen zeytinyağ ve sirke! Ama orada lezzeti daha bi farklı sanki!!! Murat’a
göre, şahane bir sabah kahvaltısı olur (hiç haksız değil!!!). Tam kalkarken
lokantada benim varlığımla vücut bulan kadın popülasyonunu arttıracak olan bir
çift daha geliyor. Ama biz ayrılınca nüfus eski halini alıyor: 1 kadın + çok
erkek! Dar, dolambaçlı yollardan, dağ köyleri, kıyı kasabalarının içinden
geçerek meşhur Petrified Forrest’e varıyoruz. Hayal kırıklığı! Bizim gerçekten taş
kesmiş bir orman olarak hayal ettiğimiz bu yer, açık hava müzesi niteliğinde,
bir kapıdan çorak, engebeli bir araziye açılan, yokuş aşağı inen bir patika ve
üzerinde minimum 50 metrelik aralıklarda, çevrelerinde bir tel örgüyle belirlenmiş,
küçücük fosilleşmiş oluşumlar. Murat Bey’in öğle sıcağında inilecek olan bu
patikanın bir de çıkışı olacağı gerçeğini hatırlatması üzerine bu bölgeye
uzaktan bakıldı, iyi de edildi!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder