20 Kasım 2017 Pazartesi

2005 Ağustos Lipsos gezisi

06/08/2005 Cumartesi

Ayvalık’ta bulutlu, rüzgarlı, gök gürültülü, serin, kısaca tatsız geçen bir günün sonuna doğru saat 17.00 civarı arabamızı Setur Marina otoparkına park edip valizlerimizle feribota bineceğimiz gümrüğün yolunu tutuyoruz. Hava düzeliyor gibi. 5 – 10 dakika süren pasaport işleminden sonra feribota biniyoruz. Feribot yavaş yavaş doluyor. Yunan / Rum vatandaşı ağırlıklı. Herkesin elinde bir baklava paketi, poşetler, çantalar… Yıllar önce Avustralya’ya yerleşmiş Selanik’li bir amcayla tanışıyoruz ilk oturduğumuz yerde, üst güvertede. Zaman geçiyor, kalkış saati olan 18.30 çoktan aşıldı. Bu arada diğer feribotun yolcularını da bizim alacağımız, bu yüzden onları beklediğimiz söyleniyor. 45 dakika rötarla kalkıyoruz, dışarıda üşüyeceğimizi düşünerek içeri giriyoruz ancak salon tam bir tımarhane! Her kafadan bir ses çıkıyor, insanlar çığlık çığlığa sesini duyurmak için hep bir ağızdan bağrışıyor! Rumca olduğundan ilk önce tartışıyorlar mı, kavga mı ediyorlar pek anlamadığımız konuşmalar, birbirlerine Ayvalık’tan aldıkları deri ceketleri, çeyizlik eşyaları göstermeleriyle devam ediyor. İlk anın şaşkınlığı geçince alışılıyor galiba, gürültü o kadar rahatsız etmez oluyor. Tam tersi, farklı koltuklarda sürüp giden, anlamasak da ilginç gelen konuşmalara kulak misafiri olmaya, hatta yorum yapıp, senaryo üretmeye başlıyoruz geleneksel olarak. Bir içerde bir dışarıda geçen 1,5 saatin ardından Mitilini limanındayız. Burası adanın başkenti aynı zamanda! Yunanlı yolcuların fazla olmasından pasaport işlemi kısa sürüyor. Bizi dışarıda Setur kanalıyla önceden ayarladığımız kiralık arabamızı teslim etmek üzere Stratos bekliyor. Yazıhanesine gidip, adada gidilecek yerlerle ilgili özet bilgiyle birlikte Hyundai Getz arabamızı teslim alıyoruz. Araba önce biraz küçük gelse de ne kadar isabetli bir seçim olduğunu ilerleyen saatlerde, adanın dar ve virajlı yollarında derhal idrak ediyoruz. İstanbul’dan rezervasyon yaptırdığımız otelimiz güneyde, Plomari’de. Yaklaşık 1 saat içinde (daha sonra her virajını sular seller gibi öğreneceğimiz) dar ve dolambaçlı yollardan geçerek tepedeki Sandy Bay oteline (sadece 1 kez soruşla) vasıl oluyoruz. Bay Kaknis bizi bekliyor. Anahtarımızı veriyor. Oda hiç fena değil, deniz ve havuz manzaralı, havuzdan gelen klor kokusuna ve hemen alttaki lokantadan gelen çatal bıçak şakırtısına hakim! Çantaları bırakıp çatal bıçak seslerini takip ediyoruz. Eh saat 10 olmuş ve acıkmışız haliyle… Midilli’deki ilk “Grek Salata”mızı ısmarlıyoruz bir de menüdeki en makul yemek gibi gelen etli patlıcan. Salata güzel, ama patlıcan bol yağ çekerekten kızarmış ve et de “spam”!!! (Spam: Aynen internetten bildiğimiz anlamı kadar tatsız, ne idüğü belirsiz, gözünü kapasan hayatta ne yediğini anlayamayacağın kadar lezzetsiz bir et parçası. Kaynak: Murat ) O açlıkla büyücek bir parçası yendi tabii! Ve bir de Uzo’nun tadına bakıldı ilk geceden (Tada bakan: Esvet)!!!

07/08/2005 Pazar

Güzel bir uyku çekip ertesi sabah sıkı bir keşif turu için hazır vaziyette kahvaltıya iniyoruz. Kahvaltı pek bişeye benzemiyor. Konuşma (hatta belki de duyma) özürlü bir teyze büfenin başında duruyor ve yol gösteriyor. Konuşmayı da çok seviyor!!! Uzun uzun bişeyler anlatıyor işaret diliyle: “önce şurdan tabak alın”, “çatal bıçak aha orda”, “kahve burada, çay önünde”, “ekmek kızartma makinesine o kadar kalın dilim ekmek koyarsan olacağı budur!” anlamına geldiğini düşündüğümüz seslerden oluşan bir konuşma bu! Bu Yunanlılara mutfak konusunda çok şey öğretmişiz ama kahvaltı konusunda sınıfta kalırlar. Nerde bizim o Ege’ye has peynirli, zeytinli, zeytin yağlı, domatesli kahvaltımız!
Çok da umurumuzda değil aslında, arabamıza atlayıp vuruyoruz batıya! Hedeflenen ulaşım yeri adanın batı ucundaki “Petrified Forrest”! Plomariden çıkıp kıyı kıyı devam ediyoruz. Dağlara tepelere kurulmuş çok şirin köylerden geçiyoruz. Yollar çok dar ve virajlı, hatta yerleşim yerlerinde daha da daralıyor. Köylerde yollar o kadar dar ki çıkışlarda park yerleri yapmışlar ahali arabasını park etsin diye. Burada en çok eksikliğini hissettiğimiz konulardan biri (ki ilerleyen günlerde de daha iyi kavrayacağımız) otopark görevlisi (Dikkat! Abartıp “mafyası” demiyorum), değnekçi ve park ücreti!!! Park yeri bulursan koyuyosun arabanı! Amme hizmeti yapan “Gel abi, sağ yap gel”ciler bile yok! En sevdiğim ve özendiğim ulaşım şekli ise mopetler. Herkes bir mopetin üstünde, fırt fırt geziyorlar. Özellikle şehir içinde… Hem de sadece erkekler ya da gençler değil, teyzemler de… Yani annem mesela, almış Yurdagül Teyze’yi motorun arkasına çarşıya çıkmışlar… Öyle şirin manzaralar. (Bu kadar mopet saplaması yeter) Plomari’den batıya kıyı kıyı (bazen de yolun durumuna göre tepe tepe!) gidildiğinde Midilli’nin o meşhur at nalı benzeri formunun içeri doğru girinti yapan “Kalloni” körfezini geçmek durumunda kalıyorsunuz (ki buna kimsenin itirazı yok!) Yolda tepedeki Polichnitos köyünde durup, tipik bir köy kahvesinde adı “Grek Kafe” diye geçen, bildiğimiz Türk kahvesi içiyoruz. Aslında belki de “Grek Kafe” demenin bir sakıncası yoktur. Çünkü nerde bizdeki o okkalı, sade kahveee, nerde orda içtiğimiz köpük/telve özürlü, tabaksız fincanda servis edilen kahveler!!! Birkaç deneme-yanılmadan sonra vazgeçip frape ya da filtre kahveye döndük zaten! Arada işgüzar bir Yunanlı amcanın bizi yanlış yönlendirmesi, farklı dağ yollarına sapma, nerdeyse aile faciasına yol açan doğru yolu bulma çabalarıyla taşlı topraklı yollardan geçip Kalloni’ye varıyoruz. Bu arada yağmur başlıyor hafiften ve sabah kahvaltısından hüsranla kalkan midelerde hareket (o da hafiften!) Kalloni o koca körfezi ve adanın merkezinde konumlanması nedeniyle önemli şehirlerden biri. Yemek yiyecek bir yer arıyoruz. Birkaç kafenin önünden geçip iskemlelerinin kuru olmasının da avantajını kullanarak bir yerde oturuyoruz. Birkaç masada amcamların demlendiği, lokanta desem değil, meyhane desem değil, kafe desem hiç değil erkek yoğun bir yer! Grek salatalarımızı söylüyoruz derhal (soğansızından) hiç riske atılmadan. Bu Grek salatası dedikleri de bizim “çoban”ın aceleye gelmişi gibi bişey! İrice doğranmış domatesler, ince dilimlenmiş az hıyar, dolmalık biber, halka soğan, üç-beş zeytin ve üstünde büyük bir parça beyaz peynir! Sos dersen zeytinyağ ve sirke! Ama orada lezzeti daha bi farklı sanki!!! Murat’a göre, şahane bir sabah kahvaltısı olur (hiç haksız değil!!!). Tam kalkarken lokantada benim varlığımla vücut bulan kadın popülasyonunu arttıracak olan bir çift daha geliyor. Ama biz ayrılınca nüfus eski halini alıyor: 1 kadın + çok erkek! Dar, dolambaçlı yollardan, dağ köyleri, kıyı kasabalarının içinden geçerek meşhur Petrified Forrest’e varıyoruz. Hayal kırıklığı! Bizim gerçekten taş kesmiş bir orman olarak hayal ettiğimiz bu yer, açık hava müzesi niteliğinde, bir kapıdan çorak, engebeli bir araziye açılan, yokuş aşağı inen bir patika ve üzerinde minimum 50 metrelik aralıklarda, çevrelerinde bir tel örgüyle belirlenmiş, küçücük fosilleşmiş oluşumlar. Murat Bey’in öğle sıcağında inilecek olan bu patikanın bir de çıkışı olacağı gerçeğini hatırlatması üzerine bu bölgeye uzaktan bakıldı, iyi de edildi!

Hiç yorum yok: