4 Ekim 2008 Cumartesi

Endülüs gezisi eylül 2008

4.9.08
Saat 10 da Madrit’e uçtuk. Uçuş normal. Havaalanı Avis’ten Reserve ettiğimiz arabayı alıyoruz. 2 litre dizel siyah 3 kapı Opel Astra. Tam çiyan arabası, 6 vites iyi kaçıyor. İstikamet Manzanares üstü Ubeda. Manzanares küçük şirin bir kasaba. Dar sokaklar, Merkezde belediye binası ve kilisenin yer aldığı havuzlu bir meydan. Etrafta Siesta tatilinde lokantalar. Açık lokanta aradık.Bulamadık. Çıkış yolunu da bulmakta zorlandık ama sonunda Ubeda dayız
Rezervasyonumuz Rosalinda de don Pedro otelinde. Oteli bulana kadar şehri iyice tanıdık. Otele ulaşabildiğimizde saat 19:30 olmuştu. Daracık sokakların arasında, sit bölgesinde. Arabayı asansörle garaja indirdik.Respsiyondaki çocuğun tarifi lokantaya gidiyoruz. Esvet’i tapas fikrinden caydırıp, Serrano jamon ve kuşkonmaz ızgara ile karnımızı doyuruyoruz. Benim istediğim kuzu kızartmadan kalmamış. Kuşkonmazları kuzu niyetine yiyorum. İspanya da bazı yemekler lokantanın bar kısmında çok küçük porsiyonlarda tapas olarak servis ediliyor. Lokanta kısmında aynı yemekleri yarım ya da tam porsiyon alabiliyorsunuz. Yarım porsiyona “media-racion” deniyor.

Ertesi gün şehri geziyoruz, muhteşem binalar. Rönesansın önemli mimarlarından birinin eseri (adını unuttum). Gezerken evden çıkarken almayı unuttuğumuz küçük kettle’lardan aldık. Ubeda’yı arkada bırakıp önce Baez’in içinden geçip yolda Jaen’e uğruyoruz. Güzel bir şehir, biraz yokuş! Katedrale yakın yokuş başında park yerine arabayı parkedip, Lonely Planet tavsiyesi balık lokantasında (Gamba D’oro) muhtelif pavurya ve karides çeşitlerinden yiyoruz.
Akşama doğru Granada’ya ulaşıyoruz. Otoyoldan merkeze doğru sapınca otel reina cristina tabelalarını görüp, bir önceki gün oteli bulmaktaki zorluğumuzu hatırlayıp seviniyoruz. Tabelalar bizi otele ulaştırmıyor. Başka bir otelden yön soruyorum. Bu arada buralarda kimse ingilizca bilmiyor. Oteldeki adam çat pat bildiği gibi bana “merhaba abi” deyip, sonraki günler bu benim Türk olduğumu nereden anladı bilmecesiyle baş başa bırakıyor. Otel gayet güzel. Fakat özel garajı biraz uzakta. Kokulara hassas bünyeler dolayısıyla oda değiştiriyoruz.
Çıkıp yürüyoruz. Tam merkezdeyiz. Bölge araç trafiğine kapalı. Herkez dışarıda. 10 metre ilerimizde bir meydan bir köşesinde katedral bir köşesi pip rambla denilen diğer bir meydan. Katedralin üstünden ana cadde geçiyor. Elhambra otobüsleri durağı var. Ertasi gün öğleden sonraya biletimiz var. İnternetten ayırttığımız bileti bilet ofisinden almak durumundayız. Biraz yürüyüp Lonely planetin tavsiyesi lokantayı buluyoruz. Kapalı. Saat sekiz. Köşesindeki bardaki kız 15 -20 dakka sonra açılabilir diyor. Çok güzel bir meydana çıkıp bir kafeteryada oturup çay içiyoruz. Ekibin yarısı demek daha doğru. Diğer yarı biraya takılmış durumda. 9 da, ki yemek saati ancak başlıyor, Dükkan hala kapalı. Adres sorduğumuz lokantaya oturuyoruz. Minik sardalya kızartması, salata, karides, kroket 4 kişilik yemek. Hepsini yiyemedik. Buna rağmen dönüşte aldığımız dondurma muhteşem. İki gün önünden geçtikçe alıyoruz. Ertesi sabah sıcak çukulata ve kruvasan kahvaltısı yapıp, bilet almaya otobüsle alhambraya gidiyoruz. Otobüs (daha doğrusu dar sokaklarda tek seçenek minübüs) alhambra için tek seçenek. Otomobil park yeri bile epey aşağıda. Biletimizi alıp dönüyoruz. Cumartesi tüm kiliselerde düğün var. Yine barlar sokağındaki tapas barlarından birinde balık ve karides ağırlıklı yemeğimizi yiyip otelde üst baş değiştitryoruz. İstikamet Alhambra. Bizim için Ziyaret 2-8 arası. Her gün sabah ve öğle sonrası için 400 er bilet satıyorlar. Aynı gün için bilet bulmak zor ve çok kuyruk var. İnternetten satın almak en iyi seçenek. Bilette ayrıca nasr sarayı için de süre veriliyor. Saray küçük olduğundan belli sayıda insanı yarımşar saat arayla alıyorlar. Saatinde orada olmazsan sarayı gezemiyorsun. Değer mi? Evet değer. Muhteşem zarif bir saray. Emeviler burada 800 yıl hüküm sürmüşler. Endülüs baştan başa arap etkisindeki yapılarla kaplı. Alhambra gerçekten muhteşem bir o kadarda gezmasi yorucu. Otele pestil gibi döndük. Bir başka tapas barda karides balık salata üstüne Dondurma Allahın emri.
Ertesi sabah garajdan araba çıkışı ve ver elini Sierra nevada. Unutmadan bu garaj şifreyle açılıyormuş. Bir önceki gün Esveti kandırıp limitli sigortalattığım arabaya bakmak için, biri çıkarken girdik ve içerde hapis kaldık. Telefonla şifreyi otelden öğrenip öyle çıkabildik.
Evet Sierra nevada ya çıkıp, Malagaya doğru geri döndük. Malagada lonely planetin önerdiği sex shoplar arasındaki arap lokantası Pazar olduğundan kapalı. İyikide öyleymiş. Park yerinin karşısında ana yolun kara tarafında eski şehir renove edilmiş muhteşem lokantalar ve cümbüş var. Geniş sokakların üzerine 8-10 metre yükseğe yarı geçirgen güneşlikler döşemişler. Aksi takdirde yazın yürümek zor olur her halde. Gerçi eylülde biz oradayken sıcaklık 28 dereceyi geçmedi. Nihayet ekibin yarısı kuzu etine hasretini gideriyor . Diğer yarı balık ve karidese devam. Üstüne tatlı tabağı. Restoran çok başarılı. Adı: El Rescaldo. Yolda sadece bulunduk demek için Marbella ya uğrayıp bir kahve içiyoruz. Kumburgaz’ın İspanya versiyonu. Berbat bir yapılaşma. Ronda’ya doğru virajlı dağ yollarına sarıyoruz. Yol motosiklet dolu. Büyük yarış motosikletleri yarış pistindeymiş gibi yol alıyorlar. Trafik işaretlerinden bu yolun özellikle motosikletliler tarafından tercih edildiğini düşünüyoruz. Yol dağlara tırmanarak devam ediyor, yer yer uçurumlar, “mirador” yerleri ve çok hoş “rural” dedikleri bi nev’i yayla evleri…Ronda muhteşem. Şehir 150 metre derinliğinde 50 metre genişliğinde bir yarla ikiye ayrılmış, bu yar kemerli bir köprüyle birleşiyor: Puente Nuevo (yeni köprü demek) Köprü yüz yıllar öncesinden beri şehrin 2 yakasını birleştiriyor. Ama köprü son halini alana kadar aradaki nehir hep yıkmış, geçmiş. Manzara harika. Aşağıya bakmaya korkuyorum. Ronda 9. yüzyılda kurulmuş, İspanya’nın en eski yerleşim yerlerinden (şehirlerinden) biri. İslamik dönemlerde bir kültür merkeziymiş. Colonial binalar ve köprüden hemen sonra arena. Bu kent boğa güreşinin merkeziymiş. Pazar günü boğa güreşi çıkışı tam bir cümbüş. Otel köprüye çok yakın. yapılanlatı. En son Arenanın yanında asırlık çınarlı bir park, Çoluk çocuk herkes sokakta. Parkta palyaçolu bir gösteri, parkın arka kenarı seyirlik ve yine 200 metrelik bir uçurum. Bol resim çekiyoruz. Öğlen Malaga’da yediğimiz ağır yemek sonucu Esvet yemek yemek istemiyor, ben de atıştırmalık Mc Donald’s menü yiyorum :) Otelin karşısına Pazar günleri serbest olan sokağa park ettiğim arabayı sabah 7 de uyanıp otoparka çektim. 8 de polis ceza yazmaya başlar dedi resepsiyondaki uzun saçlı oğlan, neme lazım ceza parasına ne karidesler ne kuzular yeriz biz.

aldı Esvet “the öz-narrator” – taklitlerinden sakınınız!

*08.09.08 Pazartesi
Sabah otelde kahvaltımızı edip gün ışığında bir Ronda turu daha atıyoruz. Sabah kahvaltısına çok önem vermiyor bu İspanyollar! Çok sınırlı çeşit var! Ama kızarmış ekmek, zeytin yağ ve domates bize yetiyor :) Bu kez sonraki destinasyonlar için farklı bir rezervasyon sistemi deniyor ve El Corte Ingles’in seyahat bürosuna gidiyoruz (otelin hemen karşısında olması da buna sebep tabii) Jerez ve Sevilla için otel ayarlayıp, Cordoba-Madrid tren biletlerimizi alıyor ve Ronda’dan ayrılıyoruz . Önce batıya doğru yol alıyoruz, Arcos’a varınca güneye yöneliyoruz. Buraya kadar gelmişken bi Afrika görelim, fotosunu çekelim için!!! Önce Algeciras’a varıyoruz, renksiz bir liman şehri, oradan en güney uç Tarifa’ya devam ediyoruz. Tarifa’dan Fas’a Tangier’e feribot kalkıyor, 35 dakika!!! Bunu limandaki feribot üstü yazılardan öğreniyoruz. Akdeniz’den Atlantik okyanusuna çıkılan nokta burası ve çok rüzgarlı! Olacak o kadar kurander! Tarifa tatsız bir yer, Afrika filan da görünmüyor! Yemek yiyelim diyoruz arabayı park ettiğimiz yer uygun mu değil mi anlayamıyoruz. İnsanlar geçiyor plaj kıyafetiyle, çoğu bir çocuk puseti iterek, ama ne hava plaj havası ne de etraf o intibaı yaratıyor! Tatsız yani! Ayrılıyoruz oradan ve kıyı kıyı çıkmaya başlıyoruz “Costa de la Luz”u! Tarifa çok rüzgarlı olması nedeniyle sörfçülerin ve uçurtmacıların Medine’si imiş! Gerçekten de yolda kıyı boyunca bir renk çümbüşünü andıran onlarca sörf yelkeni ve uçurtma görüyoruz. Biraz ilerde ise hiç görmediğimiz kadar çok rüzgar jeneratörü, yüzlerce hatta binlerce. Sanırım “rüzgar ekip, fırtına biçiyorlar” :) Burada bu atasözümüzü de böylece yad ettikten sonra daha önce kalmayı düşündüğümüz, sonra (iyi ki de) vazgeçtiğimiz sahil kasabası; Zahara los Atunes’e geliyoruz. Güzel bir kumsal ama hava bulutlu ve keyifsiz. Kıyıdaki otellerden birinde birer çay/kahve içip yola devam kıyı kıyı… Vejer de la Frontera’dan geçiyoruz bir de. “Frontera” burada pek çok şehre iliştirilen bir ad, bunlar genellikle sınır şehirleri (adından anlaşılacağı üzere). Vejer yüksek bir tepenin yamacına kurulmuş, kartal yuvası gibi bir yer, yamaçta hep beyaz evler. Cadiz’e kadar yaklaşınca içeri Jerez’e dönüyoruz. Cadiz’e yarın gidilecek! Oldukça uzun bir yol oldu. Jerez’de oteli bulmak diğer yerlerdeki kadar kolay oldu!!! Ama şehir merkezine çok yakın güzel bir otel Tryp Hotel. Resepsiyondaki kız Türkiye/İstanbul hayranlarından biri. Balayını İstanbul’da geçirmek istiyor! Bir koca adayı var mı bilmem???
Şehir merkezine inip yemek için Recep. kızın tavsiye ettiği “Bar Juanito”yu aramaya başlıyoruz. Traditional bir yermiş. Dönüp, dolanıp, sorup buluyoruz sonunda bir avlunun içindeki restoranı. Sevimli bir yer, masaları dışarı, avluya kurmuşlar. Otantik olsun diye patatesli öküz, enginar, klasiklerimizden salata ve jamon sipariş ediyoruz, olmazsa olmaz Jerez ve grubun diğer yarısının değişmez içeceği “Cola Light” eşliğinde! Jerez buranın adını aldığı içkisi. Bi nev’i şarap. Genellikle aperatif olarak küçük “catavinos” bardaklarında soğuk servis ediliyor. (“Catavinos” mesleki bir terim olup anlayanlar içindir) Yemekten sonra katedrale bir bakış atıp otele dönüyoruz çok yorgun!

09.09.08 Salı
Ertesi sabah kahvaltı otelde, sonra bir şehir turu: Catedral (bu kez daha yakından ve detaylı) ve Alcazar’a giriyoruz. Burası bir saray (Granada ve Sevilla’da gördüklerimize göre oldukça küçük) içerde bir cami var. Gişedeki kız da başka bir İstanbul aşığı, o gelmiş gezmiş de! İçeriyi geziyoruz. Şehrin panoramasını içeriden gösteren periskop benzeri bir optik odak var (adını hatırlayamadığımız) güneş olmadığı için işe yaramadı, çıplak gözle gördüğümüzle yetindik!
Öğlene doğru Jerez’den ayrılıp Cadiz’e geiyoruz. Kıyı boyunca park yerlerinin tamamı dolu. İyice ilerleyip kıyıda bulduğumuz açık park yerine bırakıyoruz arabayı ve başlıyoruz kıyı boyunca yürümeye. Catedral’e yaklaşınca içeri giriyoruz ara yollarda. Bir Pazar yeri var, meyve, sebze, et, jamon vs satılıyo,r bir de “camarones” denen micrometrik boyutta karidesler. Canlı canlı satılıyorlar, tezgahta hoplamalarından anlıyoruz. Dar ara yollardan geçerek Catedral meydanına geliyoruz, yine colonial mimari. Catedral çok büyük! İslamı bastırmak için kasmışlar bu Katolikler belli ki! Meydanda El Terraza derler bir restorana oturuyoruz. Yarı zeka özürlü bir kız (hiç İngilizce bilmiyor doğal olarak) servis yapıyor. Salata, zeytin, salmonet (bizim barbun/tekir arası bir boy) istiyoruz. Uzun uzun nasıl bir salata istediğimizi anlatıyoruz. Kız bizim salmonetleri yan masaya bırakıyor! Diğer bir yan masadaki Hollandalı çiftle gülüşüyoruz. Onlar da dertlerini anlatamamaktan muzdarip! Yemek bitince meydandaki dondurmacıdan koca birer dondurma kaptırıp otoparka geri dönüyoruz. Oldukça uzun bir yolmuş!!! Hava da sıcak ve nemli! Arabaya atlayıp Sevilla’ya doğru yola çıkıyoruz. Bu kez paralı “autovia”dan gidiyoruz. Tam Sevilla’ya yakın gişelerden çıkışta polis durduruyor ve sağa çekmemizi istiyor! Şaşırıyoruz normal olarak! Ben kırmızı ışıkta geçiş (ki Murat bir ihlal yapmıştı) ya da seyir halinde cep telefonu ile konuşma (ki Murat bunu da yapmıştı) sebebiyle diye düşündüm, Murat ise hız limitini geçmek şeklinde sınırlamış kaygısını! Arabamız Opel Astra 1,9 diesel, bastı mı basıyor mübarek! Limit-mimit bilmiyor! Neyse, uyuşturucu araması çıktı çıka çıka, rutin mi, ihbar mı bilmem! Bir K-9 arabamızı şöyle bi kokladı, kayda değer bişey bulamayınca burun kıvırdı, eh salındık polislerce haliylen. Derin bir “ohhh” yola devam… Sevilla caddeleri, sokakları bizi bekliyor kaybolmak için…Bir yol- yön kaybetme klasiği daha yaşanıp “sora sora” buluyoruz otelimiz “Zenit”i (“tseni” gibi bişey okunuyor, tıf-tıf “s” ile başlayıp sondaki “t”yi yutmak marifetiylen) Neyse, İspanyolcamız ilerlememekte ısrarcı! Özellikle ekibin diğer yarısı için ;) Otel merkeze biraz uzak sayılır. Üstümüzü değişip atıyoruz kendimizi caddelere. Isabel 2 köprüsünü geçiyoruz şehir merkezine ulaşmak için. Niyetimiz yarına bir Flamenco gösterisi izlemek ve bir şeyler yemek. Flamenco yerini buluyoruz elimizdeki haritadan (El Arenal) hatta ertesi günün biletlerini de alıyoruz. Sonra muhteşem katedralin bulunduğu içlere doğru ilerliyoruz. Eski süslü bir binanın arka cephesine kurulmuş bir sahne ve önündeki kalabalık dikkatimizi çekiyor. Bir konser olsa gerek. O tarafa seğirtiyoruz. Trafiğe kapalı bir yol, kenarında ise muhtelif “bodega” (şarap içme yeri), tapas barlar… sahnede bir orkestra yerini alıyor. ilginç olabilir düşüncesi ile oralarda takılırken bir bodega keşfediyoruz: Puracepa! Üstelik benim bitanecik favorim Rioja şarapları da promosyonda! Bardağı 2 – 2,5 €! İçeri giriyoruz. Oldukça kalabalık, ilk tereddütten sonra barda kendimize bir yer edinip ilk bardak Rioja’nın siparişini veriyoruz bardaki genç çocuğa ve bir de “cola light”. Daha sonra sahibi olduğunu (*kendisine alakasız bir soru sorup bunu) öğrendiğimiz orta yaşlı bir bey bize peynir tattırıp, daha çoğunu tapas olarak veriyor. Gerçekten nefis. “Hadi burada tapa-mapa yemeğe devam edelim” diyoruz. Sahip daha sonra bize jamon ve başka tapalar da hazırlıyor. Zavallı perişan vaziyette millete tapa hazırlamaya çalışıyor. Bana şarap veren çocuk oğluymuş, servis yapan sarışın kadın da karısı. Çalışanların biri izinli, diğeri de hasta olunca iş başa düşmüş. Bunu anlattı (*son yediğimiz tapanın içinde ne olduğunu sorunca, alakasızca, ama) biz alakayla dinledik! Tapa güzeldi nitekim :) Arada bir Ribela denemesi ve Rioja’ya devam! O arada konser başlıyor, klasik müzik ama flamenco tadında… yanılmıyorsam Kuğu Gölü’nün farklı versiyonları. Sonra bir dans gösterisi, o da çok güzeldi. Daha sonra da geçkince-şişmanca bir dansçı kadın harika dans ediyor (Nesrin Topkapı tadında) ya “Kuğunun ölümü”nün bir flamenco versiyonu ya da “too much Rioja” :) Burası pek hoş, yarın da gelelim. Ama artık otele gidelim…

10.09.08 Çarşamba

Sabah kahvaltı ve turistik faaliyetler için 10 gibi ayrılıyoruz otelden. İspanya rutinine alıştı bünyeler. Geç kahvaltı, 15:00 gibi öğle yemeği, 22:00 gibi akşam yemeği… Yine köprüyü geçip karşıda bir cafe buluyoruz. Servis oldukça zayıf (aslında İspanya geneli böyle denebilir. İngilizce bilen yok denecek kadar az!) güçlükler içersinde tostada (bizim tosta benzer bişey, zeytin yağlısı) ve croissant sipariş ediyoruz tabii çay kahve de… Fazla kayda değer bir yer değil yiyip kalkıyoruz. Görecek çok yer var, ilki de o muazzam Catedral! Dünyadaki en büyük olduğu söyleniyor!!! 12. yy’da cami olarak inşa edilmiş, 13. yy’da hristiyanlar burayı istila edince kiliseye çevirmişler haliyle! Sonra da o devrin büyükleri “gelin gelecek nesillere ne kaçıkmış bunlar dedirtecek bir Catedral yapalım” diye kasınca ortaya bu 126 m boyunda ve 83 m genişliğinde bir yapı çıkmış. 16. yy’da bitmiş! Catedral’in bir köşesinde 90 m yüksekliğinde bir kule var, burası bu bina camiyken minare olarak yapılmış ve hazretler 16. yy’da bir çan tepesi ekleseler de tutmuşlar bu güzel yapıyı! Bütün o 90 metreyi (ki 35 kat ediyor) çıktık tepeye kadar. Ben Sagrada Famiglia’ya da çıkmış bir tırmanma freak’i olarak tamam da Murat’la gurur duydum!!! O da kendiyle :) Tepeden bol foto çektik kalabalık içinde kendimize yer bulmaya çalışarak. Sonra aşağıya… Oradan da hemen yakınındaki Alcazar’a. Burası da (Alhambra kadar olmasa da) müthiş bir saray! Avlular, küçük saraylar; duvarlarda, kapılarda İslamî dönemin süslemeleri, oymalar, çini dekorlar; havuzlar, içlerinde nilüferler, ördekler; bahçeler, bahçelerde türlü çeşitli bitkiler, yaseminler, hatta tavus kuşları. Büyüleyici bir ortam! Bu Araplar zevk erbapları mübarekler! Epey yürüdükten sonra yorgun ve aç bir vaziyette paella yiyecek biryer buluyoruz (daha önceden göze kestirdiğimi) Burası bir füzyon otel olan EME’nin restoranıymış! Yemekler gayet iyi, servis kaliteli! Çok, çok, çok yorgunuz…Ayaklarımız yine de bizi otele taşıyor. Bir soluklanıp, üstümüzü değişip Flamenco show’a yetişeceğiz 20:00’de! Sonra da yemek kısmetse!

Aldı Murat:

Akşam flamenco; El Arenal. Şov beklentilerimiz çok yüksek olduğundan fevkalade gelmiyor. İyi işte…Çıkıp bir gece önceki tapas bara gitmeye niyetleniyoruz. Meğer Flamenco Bineal’i varmış . Bir önceki gece seyrettiğimiz gösterinin bulunduğu mekan ana baba günü. Yorgunluk bineal filan dinlemiyor. Biraz izlemeye çalışıp birer sandviç yiyip otele dönüyoruz.

11.9.2009 Perşembe
Sabah otelin yanında bir aile pastanesinde kahvaltımızı yapıyoruz. Sonra toparlanıp Cordoba’ ya yola çıkıyoruz. Öğlene yakın Cordoba’dayız.. Otel tam eski, turistik şehir merkezinde, muazzam Emevi camisi El Mesquita’nın yanında. Caminin dört tarafını çevreleyen trafiğe kapalı yolda sadece otellere gelen araçlara izin veriyorlar. Bir nevi Taksim-Talimhane yani. Tabi burada eski doku korunmuş. Bizim otel de otantik mimari dokusunu uygun yapılmış bölgedeki iki otelden birisi; Hotel Conquistador. Odaya yerleşip biraz ötedeki nehrin üzerinde yer alan Roma devrinden kalma köprüye gidiyoruz. Hava çok sıcak. Rutin sanatsal ve turizmsel fotolarımızı çekip, turistik bir lokantada öğle sonrası yemeklerimizi yiyip otele dönüyoruz.

Esvet’s back!

Biraz dinlenip tekrar atıyoruz kendimizi eski ve yeni Cordoba sokaklarına… Cordoba’nın bir kolay tarafı gezilesi eski şehir küçük bir alanda toplanmış ve bizim otel de o alanın içinde. Yarınki program El Mezquita’ya intikal ve derin inceleme, bu sebeple diğer bölgelere, yaşayan down-town’a akabiliriz. Gerçekten de akşamüstü 5’ten itibaren (yani siestadan sonra) herkes sokaklara atıyor kendini. 0 – 80 arası geniş bir yaş yelpazesinde yüzlerce insan sokaklarda. Meydanlarda çocuklarıyla gezen aileler, torun gezdirmeye çıkmış büyük anne – babalar, giyinip kuşanıp çıkmış son derece bakımlı 70’lik teyzemler, genç sevgililer, herkes herkes… ve tabii ki biz :) Biraz alış-veriş için mağazalara bakıyoruz, Yalın’a 45 numara ayakkabı ısmarlıyoruz (24 Hours) ertesi gün gelecek. Akşamla birlikte ara sokaklardaki bar ve cafelerin önlerine sandalye ve masalar atılmaya başlanıyor, insanlar ilk biralarını yudumlamaya başlıyor. Burada düzen böyle akşam üstü birası olmazsa olmaz! Sonra gelsin şarap eşliğinde yemek. Ara sokaklarda artık acıkmış dolaşırken dışarıda kırmızı-beyaz kareli masa örtülü masaları bulunan bir restoran dikkatimizi çekiyor. Saat 21:30 ve dışarıda yer kalmamış haliyle. İçeri geçiyor ve boşalan masalardan birine yerleştirilmek üzere sıraya giriyoruz. İçerisi çok büyük değil ama “tapas”la yetinecekler için fıçı şeklinde masalar ve bar var. İçeri doğru bir avluya açılan masalı bölüm. Kapıda ise bir teyzem rezervasyon alıyor. derdimizi (yılmadan ama her zamanki gibi boşuna çabamızla) İngilizce anlatmaya çalışıyoruz, teyzem Fransızcacı eh yine her zamanki işaret dili birkaç kelimelik “advanced” İspanyolca vs birbirimizi anlıyor hatta sempati duyuyoruz. Ki… teyzem bizi başka bekleyenlerin de önüne alarak çabucak oturtuyor. “Açlıktan gözü dönen insanlar” tadında sipariş veriyoruz: jamon, bacalao (cod fish, Türkçesi bilinmeyen pek leziz bir Portekiz balığı) lokması, peynir, karışık balık tabağı veee Rioja şarabı. Hepsi de birbirinden lezzetli yemekleri hızla imha ediyoruz :) ve otelimize…

12.09.2009

Dönüşten önce son gün :( Otelde kahvaltı enfes. Ve doğru El Mezquita’ya.. Mmuhteşem bir Arap mimarisi içinde sırıtan Hristiyan saplamalar, altın rengi İsa ve diğer bilumum kutsal kişi ve obje figürleri. O güzelim sütunların, kubbelerin arasında eğreti, (dayanamayıp söliycem) lüzumsuz detaylar denebilir. Bizim Ayasofya da yabancı gözüyle böyle mi algılanıyor acaba? Oradan çıkıp çevre sokaklarda geziniyoruz, foto ve hediyelik alış-verişler… Daha sonra, ısmarlanan ayakkabının alımı ve bir gece önce göze kestirilen butiklerin irdelenmesi için belirlenen saatte buluşmak üzere ayrılıyoruz. Gün boyunca o sokak senin - bu cafe benim gezmeler, yemeler, içmeler… Akşam aynı yere (Casa El Pisto – Taberna San Miguel) yemeğe gidilecek, hem de vakitli gidip dışarıda oturulacak! 20:30’da masa-sandalyelerin yerleştirilmesini müteakip geçip kuruluyoruz restoranın önündeki kırmızı-beyaz kareli masa örtülü masalardan en güzeline :) Burası 1880’de inşa edilmiş güzel bir ev. Sahipleri de evin üst katında yaşıyor muhtemelen, arada birileri gelip üst kata çıkıyor. Muhtelif tapas siparişlerimize ilave “pork knuckles” istedik Prag’da yediğimiz knuckle’ları hayal ederek ama hiç benzemiyordu, istemeseymişiz daha iyiymiş! Neyse diğer yemekler yine çok iyiydi. Pl. Tendillas’da Murat Bey’e dev dondurma ve otel…Ertesi sabah çok erken kalkıyoruz, yapacak çok iş var: check-out, kahvaltı ve benzin alarak tren istasyonuna gidilecek, araba teslim edilip 9:30 Madrid trenine binilecek. Check-out’tan sonra kahvaltı salonunun açılmasını bekliyoruz bir Fransız grupla birlikte. Salon açılıyor ve Fransız grubun geçkin elemanları bir çekirge sürüsü hırsıyla saldırıyorlar büfeye. Klasik “bizde olsa…” lafı anlamsız kalıyor, bizde değil her yerde aynı bu durumlar…hızlı fakat esaslı bir kahvaltıdan sonra arabamızı parktan alıp yola çıkıyoruz. Bir süre benzin istasyonu arama çabaları, vakit olmasına rağmen yaşanan orta şiddette panik durumları, artık “eh n’apalım arabayı boş benzin deposuyla teslim eder, neyse cezası veririz. Tren kaçırmaktan iyidir” ruh halini takiben şehre ilk vardığımızda yol sormak için girdiğimiz benzin istasyonunu bularak rahat bir nefes alma. Depo fullenip, tren istasyonunun parkına giriş, Avis’in parkına arabayı bırakılıp görevliye anahtar teslimi ve Madrid trenine biniş…
Her güzel şey gibi çabucak biten bir Endülüs tavafının sonu :)