30 Aralık 2007 Pazar
Armutlu'da bir et lokantası; "Dükkan"
Tümleşik kasaba tavsiye üzerine gittik. Fiatlar biraz yüksek olmasına rağmen aldığımız dana eti güzeldi. Etin güzelliğinden aldığımız cesaretle lokantayı da denemeye karar verdik. İki hafta önce bir öğleden sonra İstinye Park'tan çıkıp gittik. Düzenleme çok sıra dışı. Ikea show roomlarını hatırlatıyor. Masalarda devasa büyük birer salata kasesi. İçinde hertürlü yeşillik yer alıyor. Al tabağına. Limon ve zeytinyağı ilave et ve ye durumunda. Garsonlar, Amerikan et yeme adabı verme konusunda luzumundan fazla gayretli. Ben bir T bone steak Esvet kuzu pirzolası ısmarladı.
Etin nasıl pişeceğini sormadılar. Yine sormadan et pişerken pröşütto ve sosis servisi yaptılar. Sormadan getirildiği için ikram sandığımız bu atıştırmalıklar hesapta epey yer tuttu. Etler bir fevkaladeliği olmamasına değin güzeldi. Bu menüye bir kadeh kırmızı şarap ve bir diet kola dahil
110 ytl ödedik. Bence böyle bir yer için oldukça pahalıydı. Evde pişirmek üzere ayrıca aldığımız özel sosisler iki günde buzdolabında bozuldu. Beş üstünden üç yıldız.
18 Kasım 2007 Pazar
Küba
18 Ekim Madrid
21:00 civarı “rötarsız” Madrid’e varıyoruz. Havaalanı çok büyük. Asansörler, yürüyen merdivenler, bol yürümeler ve arada tren marifetiyle valizleri teslim alacağımız yere geliyoruz. Önceden belirtildiği üzere valizlerimizi alınca Iberia Amigo ofisine gidiyoruz. Oradaki görevli check-in yaptırıp biniş kartlarımızı almamız gerektiğini söylüyor. Valizlerimizi check-inden sonra yanımıza alabilirmişiz. Check-in kuyruğu sırasında ani bir fikir değişikliği ile valizleri teslim etmeye karar verdik. Alelacele valizlerden bir iki acil (o gecelik) kullanım için çamaşır vesaire çekip check-inimizi yaptırıp Iberia Amigo’ya dönüyoruz. Şoför bizi alıp Gran Via’daki Senator otele götürüyor. Iberia’nın misafiriyiz. Otelin yeri çok merkezi. Sol’e birkaç adım. (adımlar gece çalışan muhtelif yaş ve kiloda, dekolte giyinmiş hanımların arasından geçerek alınıyor!!) Sol’de, Plaza Mayor’da biraz dolaşıp meşhur “Churros”çuda sıcak çikolataya churros banarak yerken, revü külisinin kapısındaki revü kızlarının popolarını dikizleyerek vakit geçirip otele dönüyoruz.
19 Ekim
Ertesi sabah güzel bir kahvaltıdan sonra yine Sol’e atıyoruz kendimizi. Otelden saat 14:00’te yine Iberia Amigo görevlisi tarafından alınacağız. Madrid’te hava harika.
Plaza Mayor ve Pallacio Real’i gezip, bir şeyler atıştırıp otele dönüyoruz. Havaalanına yeterince erken varıyoruz, check-inimizi yapmış, elimizi kolumuzu sallayarak o koca Madrid havaalanında geziniyoruz bir süre. Sonra yine “yeterince“ erken kapımıza gidiyoruz. Bir gece önce check-in sırasında tembih tembih üstüne 19A ve
Neyse, Üsküdar saatiyle sabaha karşı 3:00, Cuba saatiyle akşam 22:00’ye doğru Havana’ya iniyoruz. Pasaporttaki kızın uzun sorularına (sorular uzun değil ama İngilizce bilmediği için anlaşmak uzun) cevap, bagaj bekleme veee inanılmaz ama iki çanta da geldi!! Biraz fazla kirli bir vaziyette ama olsun! Dışarı çıktık. Para bozduracağız. 1€=1.27 CUC (Convertible Pesos dedikleri yabancıların kullandığı aşağı-yukarı Amerikan Dolarına eşit para birimi) İlk paramızı bozdurup ilk kazığımızı yiyoruz . Ama kazığı 2 gün sonra ikinci para bozdurmamızda hissedeceğiz. Gişedeki kız bizi 400€ da 70 CUC kadar içeri attı!! Dışarıda yağmur yağıyor. Taksiye binip otele gidiyoruz. Old Havana ‘da Plaza otelde internet aracılığı ile yaptırdığımız rezervasyon resepsiyondaki hanımlar tarafından teyit ediliyor. Odamıza çıkıyoruz. Eski bir otel, pek matah sayılmaz. Oda yüksek tavanlı ama pencereler çok yukarda. Nereye baktığını anlamak bile mümkün değil. Neyse ki air condition iyi çalışıyor. Yorulmuşuz. Dışarı çıkmamaya karar verip uyuyoruz. Jet-lag durumundan gece boyunca müteaddit defalar uyanıp uyuyoruz.
20 Ekim
Sabah 6:00 gibi yağmur sesiyle uyanıyoruz. Kahvaltı otelin terasında. Hava henüz alacakaranlık ve yağmur yağıyor. Biraz kasvetli! Kahvaltı önceki günün aksine zayıf. Gerçi Cuba mutfağı konusunda aldığımız bilgiler sebebiyle beklentilerimiz oldukça aşağıda. Yine de omlet, taze meyveler, çay kahve yetti.
Sonra dışarı çıkıyoruz . Eski Havana’yı ve 4 meydanını görmek üzere.
İlk olarak Plaza de Armas yani Ordu meydanına gidiyoruz. Ortasında bir park, Palacio de los Capitanes Generales, İspanyol valisinin sarayı olarak kullanılan bina, (şu anda şehir müzesi) yanında yardımcısına ait daha mütevazı, Palacio de Segundo Cabo var. Sarayın önünde ki yol ise tahta parke döşeli (Iron Tree, demir ağacı) O zaman önünden geçen trafik gürültüsünden Vali bey rahatsız olmasın diye! Ahşaptan Arnavut kaldırımı!! Meydanı geçip (batıya) Oficios sokağına doğru yürüyoruz.
Katedral meydanındayız. (Plaza de la Cathedral) 1750 de Cizvit koleji açma niyetiyle başlayan inşaat, araya giren talihsiz olaylardan sonra 1788 de Vali tarafından barok tarzıyla (ön cephesi İtalyan mimar Francesco Borromini eseri) katedral olarak devam etmiş. Kilisenin sağ çaprazındaki o dönemde bir aristokrat için olarak yapılan saray yavrusu ev ise günümüzde El Patio adında bir restorana dönüştürülmüş. Akşam yemeğini burada yiyeceğiz. Aradan sahile iniyoruz. Yağmur bir yağıyor, bir duruyor. Bir iki foto çektikten sonra yanımıza yaklaşan bir amca bizden ateş istiyor. Ateşimiz yok, ama bütün iyi niyetimizle sohbetimiz var... Sevimli amca Türk olduğumuzu öğrenince kardeşinin Türkiye de restoran işlettiğini, Plaza otelde kaldığımızı öğrenince de (bak tesadüfe) aynı otel de restoran şefi olduğunu söylüyor. Tesadüfler bir birini kovalarken amca sadede geliyor: Hastanede çocuğu varmış, arabasının benzini bitmiş, hastaneye gitmek için bizden 12 CUC ödünç istiyor. Akşam otelde ödemek üzere! Üzerimizdeki bozuk 5 CUC’u vermeye razıyız ama 12 CUC ta ısrar edince ayılıyoruz ve 5 CUC u da alamıyor uyanık amca. Oradan ayrılıyoruz. Buna benzer hastanede çocuk vakaları ilerleyen saatlerde de karşımıza çıkacak!!!
Yağmur hızını arttırdığından biz de şemsiye almak için dükkanların açılmasını bekliyoruz. Sokaklar insanlarla dolu. Kiminin elinde şemsiye, kiminde yok, yolda yürüyorlar, sağa sola laf atıyorlar. Sanki yağmura aldırmadan herkes sokağa çıkmış. Bu arada sokaklardan birinde “Museo Chocolade” yi keşfediyoruz. Derhal içeri giriyoruz. Müthiş bir çikolata kokusu.. Sıcak çikolata istiyoruz. Yanında bisküvi ile fincan içinde ılık, pudingvâri bir sıvı geliyor. (Ben beğenmedim, ama Murat sevdi.) Oradan da çıkıp yola devam ediyoruz. Yağmurda sağı solu iyice gözlemek, fotoğraf çekmek zor. Yollar çamur içerisinde, bazı sokaklarda yer yer inşaat var. Bu kez de gençten bir oğlan durduruyor bizi. Kaçak cigar satmak için. Sigara içmediğimizi söyleyince de souvenir alırsınız diye iknaya çalışıyor. Sonra da kendisinin perküsyoncu olduğunu ve bildiği bir yerde BuenaVista Social Club üyelerinin çaldığını söylüyor. Oraya gitmek üzere peşine takılıyoruz. Bende hafif tedirginlik… Biraz yürüdükten sonra son derece salaş, hatta pis bir lokantamsı/barımsı bir yere geliyoruz. İlk mojitomuzu burada içiyoruz. Benimki az alkollü, Murat’ın ki alkolsüz. Oğlana da ısmarlıyoruz tabii. O bir yandan puro almamız için iknaya çalışıyor, bir yandan da Cuba’da yaşama dair sohbet sürüyor. İlginç bir nokta da; buradaki herkes Türkiye’yi gayet iyi biliyor. Irak, Kürt sorunu vs. her şeyden haberdarlar. Sonunda 35 yaşında olduğunu öğrendiğimiz Luis’in 5 yaşındaki oğlu için 3 CUC süt parası verip oradan ayrılıyoruz.
Bu arada dükkanlar açılıyor. Dükkanlar derken son derece az dükkan ve içeride kısıtlı ürünler var. Şemsiyemizi aldığımız yer bana yıllar öncesinin Ordu Pazarı’nın minik bir kopyası gibi geliyor.
Daha sonra Floridita’ya giriyoruz. Burası Hemingway’in Daiquiri’sini içtiği meşhur bir bar. Zaten içerde bara dayanmış bir Hemingway heykeli var. İçerisi oldukça loş, soğuk (air condition’dan), barmen suratsız, ama çok hoş canlı Cuba müziği var. Herkes gibi Ernest Hemingway’in yanına gidip resim çektirmeden çıkmıyoruz. Daiquiri ve diet Coca Cola’larımızı ihmal etmeden tabii.
Bu arada yolda bir kadın çevirip çocuğuna Pamper istiyor. Para vermeye yeltenince; “hayır” diyor. Hemen oradaki markete giriyoruz. Kadın raftan bezi alıp kasaya geliyor, Murat parasını ödüyor. Ne yaptığımızın farkında olmadan 1 paket pamper beze 24 CUC bayılmış buluyoruz kendimizi. Kadın müteşekkir görünüyor, biz biraz şaşkınCuba’da yediğimiz ikinci ve inşallah son kazık.
Hem öğleden sonra bir şehir turu almak hem de araba kiralamak üzere otele dönüyoruz. Şehir turuna kaydoluyoruz ama araba yok! Yandaki lüks otel NH’e geçiyoruz. Oradaki Cubacar rental yetkilisi amca, ertesi sabaha bir Kia Picanto hazır edeceğini söylüyor. Otele dönüp meşhur pizzasından yiyoruz. Çok kötü.
Öğleden sonra şehir turu için bir otobüsteyiz ve yaklaşık 15 kişiyiz. Önümüzdeki sırada genç bir Bulgar çift var. Otobüs bizi Paseo de Jose Marti boyunca denize doğru indiriyor. Önemli yerleri görüyoruz; Capitolio, bakanlıklar, üniversite, Jose Marti anıtı, Che’nin bir binanın cephesindeki meşhur gravürü altında “Hasta El Patio restorana rezervasyon yaptırıp otele dönüyoruz. Üzerimizi değiştirip restorana gidiyoruz. Yağmur durmuş. Ortam harika. Önce iç avluda müzik yapan grup dışarıya bizim bulunduğumuz teras bölümüne çıkıyor. Yemek nefis. Önce karides alıyoruz . Sonra Murat bütün lobster, bense lobster karides ve balıktan oluşan bir yemek ısmarlıyoruz. Sonuç mükemmel , belki de Cuba’nın tek güzel yemeği olarak anılarda kalacak bir akşam!! Yemekten sonra nerede bir müzik sesi duysak oraya seğirtiyoruz. Cafe Paris adlı bara giriyoruz. Ben Cuba Libre, Murat da diet Colasını içiyor. Diet Cola’nın nadir bulunduğu yerlerden burası! Çıkınca birkaç otelden fiyat alarak otelimize dönüyoruz.
21 Ekim
Pazar sabahı otelde kahvaltımızı yapıyoruz. Vücut saatimiz bugün biraz daha iyi gibi. Kahvaltı yine kötü. Biraz meyve, biraz kurabiye ve omlet. Neyse ki güzel hava ve kahvaltı terasında hürriyetini ilan etmiş, herkesin ilgisini çekip fotoğrafladığı cennet papağanı yemeğin kötülüğünü unutturuyor. Saat 9:00’da arabayı teslim almak üzere NH otele gidiyoruz. Cubacar’daki görevli yol dahil her şeyi detayıyla anlatıyor. Araba kirası için Esvet otelde para bozdurunca havaalanında 70 CUC kadar dolandırıldığımız sonucuna varıyoruz. Araba Kia Picanto. Park yerinden Cienfiegos yoluna nasıl çıkacağımız tarif edildiğinden otelimize dönüp bavullarla arabaya kadar yürüyoruz. Yanlış anlaşılmasın 20- Ulaşımın büyük bir bölümü otostopla yapılıyor gibi. Öğle yemeğinde bir yol kenarı restoranda birer karides tava çekiyoruz altımıza. Yemek lezzetli. Cubacar’daki detaycı Señor’un tarifine uyup 173’üncü kilometrede ana yoldan ayrılıp, Cienfiegos yoluna sapıyoruz.
Öğleden sonra saat 2:00 civarı tek katlı binaların, geniş bulvarların şehrine varıyoruz. Plaza oteldeki Cubanacan görevlisi kızın tavsiyesi otelimiz Jagua, şehirden
Enfes bir Cienfiegos manzarası var. Buranın en meşhur lokantası “
Terastaki yemek çok kötüydü. Ben kötü bir payella, Esvet biftek yedi. Daha doğrusu bifteğini ben bitirdim. Yol üstü lokantadan cesaretlenip ortaya aldığımız karides te dahil, her şey kötüydü. Müzisyenler çalmaktan çok kendi aralarında konuşup tv seyrettiler. Uykusuzluktan ölme durumumuzun bu olumsuz düşüncelere etkisini bilemiyoruz. Restoranın tek olumlu tarafı, garsonların çok sıcak ve içten davranmalarıydı. Biraz sonra gidip şov izleyeceğimiz El Benny kulübü hevesiyle uyanık kalmaya gayret ediyoruz. Yemekten sonra vakit geçirmek üzere yine Jose Marti parkına gidiyoruz. Saat 22:30 da kulübün kapısındayız. Yaş ortalaması 19-20. Bizbizeyiz yani. Bu arada Murat kısa pantolon giymiş olmaktan dolayı tedirgin. Zira kapıda kısa pantolonla içeri girilemiyeceğine dair bir uyarı var. Ama karizma galip her zamanki gibi. Uzun bir bekleyiş ve sanki New York gece kulübü giriş töreniyle 3-4 kişilik gruplar halinde içeri alındık. Ödeme adam başı 2 CUC. Garson kız çok tatlı. Bizi oturup şovu rahatlıkla izleyebileceğimiz yer için yönlendirdi. Siparişimizi de verdik. Esvet e Cuba Libre, Murat a alkolsüz pina kolada! İnsanlar yavaş yavaş içeriyi dolduruyor. İçersi loş, tepede disko topları, renkli ışıklar, tam bir gece klübü görünümü yani! Birazdan şov başlıyor . Önce Kübalı bir amca memleket havaları okuyor. (sonra aynı amca Jose Carlos, Murat’ı tuvalet kapısında yakalayıp 12 CUC a CD sini kakalıyacak.) Sonrada 2 Cuba Clubber’ı genç başlıyorlar kendi repertuvarlarına. Tabi kıyafetler tam hip hop değil, pantolonlar örneğin yeterince bol ve düşük değil, zincir yok ama müzik aynı monoton!! Danslarda!
Vee sonra beklenen an geliyor. Şov bitiyor herkes dans etmeye başlıyor. Çaktırmadan ağzımızın içinden esneyip dayanıyoruz.!! Veletler çok güzel ve uyumlu dans ediyor. Latin dans yarışmasındakilere taş çıkarırlar. Başka bir şov olmadığına kanaat getirip, hatta bizim garson kızdan da teyit alıp çıkıyoruz. Saat 1 olmuş! Jet Lag’i aştık mı ne?! Doğru otele gidip bir temiz uyku!
22 Ekim
Ertesi sabah kahvaltıya iniyoruz. Yine omlet. ( kollestrolümüz üst sınıra vuracak bu gidişle.) Ben ilk defa (ve sanıyorum son) yiyebileceğim nitelikte peynir buluyorum ve muz!! Kahvaltı süper. Kahvaltı çıkışı rezervasyonumuzun da ulaştığını ve problem kalmadığını öğreniyoruz. Çok keyifliyiz. Otelden ayrılıyoruz . Bir Cienfuegos turu sokak içlerinde ve bol foto… Evler hep tek katlı ve tümünün pencere ve kapılarında ya demir parmaklık ya da panjur var. İnsanlar sokakta, kimileri çok eğleniyor, kimilerinin yüzü asık. Ulaşım araçları her yerde olduğu gibi; atlı araba (bir atın çektiği arkasında minik bir araba yaklaşık 6-8 kişilik)., bisiklet, eski Fiat/Murat 124 türü arabalar, bazıları özenle boyanmış Amerikan arabaları, (az sayıda) ve atlı arabalardan oluşmuş dolmuş sistemi. Kuyruk bekliyor!
Trinidad’a doğru devam ediyoruz. Yolda hep gördüğümüz İnek/beyaz bir cins kuş simbiosisi (tam bir bokunu yiyim abi muhabbeti) ve akbabalar. Red Kit filmleri hariç hiç bu kadar çok akbaba görmemiştim. Şehrin biraz dışında Botanik bahçesinin işaretini görüp hemen dalıyoruz. Arada benzinde aldık. Yolu karıştırıp at arabasında gidenlere sorduğumuzda ters yönde olduğumuzu anlıyoruz.(yollarda hiç levha olmadığını bilmem tekrara gerek varmı?) Bir manevra geri dönüyoruz ve o at arabasından inen bir amca – oda botanik bahçesine gidiyor- muhtemelen şöyle diyerek; “Chicos/ çocuklar bende o tarafa gidiyorum, az beni de alıverin oraya kadar!” Arkadaki çantayı itip kakıp kendine yer açıp atlıyor arabaya. [Aslında yoldan pek çok otostopçuyu almak istiyoruz. Ama dışarıdan belli olmasa da arka koltuk dolu! Bunun ezikliğini de yaşıyoruz ara sıra] Botanik bahçesine varıyoruz.
Sıcak bir gişe görevlisi bahçe ortasındaki cafe ye yönlendiriyor. Giriş iki kişi 5 CUC. Cafe nin önünde bizi karşılayan 50 yaşlarında botanik profesörü sandığımız hanım arabamıza bakmak için 1 CUC istiyor. Değnekçimi profesör mü anlaşılmıyor. Yanlış anlaşılmasın; Kübalılar çok sıcak, cana yakın, arkadaş canlısı ve yardımsever. Çok azı fırsatçı. Turizme açılmanın bedeli diye düşünüyoruz. Değnekçi bayan bize palmiyeler topluluğunun yerini tarif ediyor. Çok güzel bir park. Ama şehirliliğimiz bizi uzun otlar arasında olabileceklerden tırstırdığı için, çabuk bir tur atıp cafe ye dönüyoruz. Garson çok tatlı bir genç. Biraz sohbet edip, çay ve kahvelerimizi içip, yola revan oluyoruz. Yolda durup muz ve adını bile bilmediğimiz 2 ayrı tropik meyve alıyoruz. Adını bilmediğimiz meyvelerden biri siyah çekirdekli ve fena halde lezzetli. Yolda yiyoruz onları.
İstikamet Trinidad! Önce Trinidad sonra Ancon Yarımadası ve otelimiz Brisas Trinidad del Mar! Bu yörelerin en birinci oteli. Recep olaysız, rezervasyon teyitli, bileklerimize “ alles inclusif” mor halkası takılıp odamıza yönlendiriliyoruz.. Atmosfer süper tropik! Eşyaları atıp, kötü açık büfe bir öğlen yemeği yiyip, yeşil üzerine beyaz puantiyeli “yağmur” elbisemizi giyip Trinidada doğru yola çıkıyoruz. Yolda aynı yağmur bizi yakalıyor! Elbiseden!! (Sebep elbise-aynısı Cienfuegos ta da oldu.!)
Trinidad Unesco korumasında bir yer. Yine tek katlı pencere ve kapıları demir parmaklıklı evler. Arabayı park ettiğimiz yerde bir ana/ilkokul var. Sevimli chicos fotoları çekiyoruz ve parke taşlı yollardan esas bölge Plaza Major’a varıyoruz. Rengarenk evler arasında küçük fakat temiz bir meydan, cephesinden bir katedral.
Bir amca yanımıza yaklaşıyor. Elinde yük taşımak için bir araba, üniformamsı bir giysi üzerinde. Sohbete başlıyoruz. Bu amca Türkiye’yi iyi biliyor; coğrafi, politik ve mitolojik açıdan. Marmara denizi, Bospourus, Dardanel her şeye hakim. Kürt problemi de dahil. Sevimli bir ihtiyar. Aslen Cienfiegoslu bir süredir Trinidad da yaşıyormuş. Sohbet sonunda çevreyi gezmeye foto çekmeye devam. Bir Cafede biri alkollü biri alkolsüz Pina Colada çekip otele dönüyoruz. Gariptir yağmur arabadayken yağıyor dışarıda duruyor. Trinidad’ta da çok benzer atmosfer, sokaklarda insanlar, çoğu siyah, resim, müzik ve Rom!!! Otele dönerken ilk otostopçumuzu da almanın vicdani rahatlığını yaşıyoruz. Genç oğlan balıkçı, bize iş hüviyeti ile kanıtladı: Pescotor! Hatta yakın liman kasabası Casilda’da arkadaşının lobster lokantasına davet ediyor bizi. O yol ayrımında iniyor, bizse otele devam ediyoruz. Otelde internetten bir sonraki güzergâhımızın rezervasyonunu yapıyoruz.
Akşamüstü otelin “Mirador” (manzara) kulesinden bol foto çekimi. Güneş batışında körfezin manzarası olağanüstü. Saat 19:30 civarı yemek yiyoruz feci uykumuz ve bol sivrisinek var. Bir jet-lag bu kadar mı uzun sürer? Animasyona kadar beklemeye dayanamıyoruz. Saat 21:00… uykulardayız!!!
23 Ekim
Sabah “KALK” saat 7:00’de normal olarak! Fikrimizde catamaran gezisi ve snorkelle mercan seyri (Esvet’in fikri desek! Murat caydırma çalışmalarında ümitsiz!)… Kötü kahvaltı ve plaja “entré”! Önce “inclusif” ve 9:00’da olduğunu öğrendiğimiz, sonra ve 10:00’da ve snorkelli dalışa adam başı 10 CUC ödeyeceğimiz catamaran gezisini organize ediyoruz. Tur saat 11:30’da. Plajda vakit geçirmeye başlıyoruz. Ortam harika, bembeyaz kumlar, hemen sonra palmiyeler, göz alabildiğine okyanus (yeşil/mavi). Benim pc’mdeki wallpaper gibi suya giriyoruz. Hayli ılık ve bulanık. Kumların çok ince olmasından olsa gerek. Saat 11:30’da bir önceki tur dönüyor. Biz de palet, maske ve snorkellerimizi alıp atlıyoruz catamarana. Ver elini ~1 mil açıktaki mercan kayalıkları. Suyun altı muhteşem… Çeşitli büyüklükte rengarenk balıklar, mercanlar, değişik sualtı oluşumları… Keşke sualtı kameramız olsaymış! Yalnız mercanların suyun yüzeyine doğru yükselmiş olan kısımları ürkünç, oralara pek yaklaşamadım. Murat daha erken çıkıyor catamarana, sonra ben ve kıyıya dönüyoruz. Öğlen yine kötü bir yemekten sonra akşam lobster yiyebilmek amacıyla arama-tarama turuna çıkıyoruz. Önce liman bölgesi Casilda’ya gidiyoruz, dünkü çocuğun gazına gelip. Hiçbişey yok! Sonra daha önce gördüğümüz yolüstü ıstakoz lokantasını keşfe gidiyoruz, değmez gibi görünüyor! Adam “lobsterim fresh” diye çok dil dökse ve hatta dolaptan çıkarıp gösterse de nedense cazip gelmiyor. Bu arada buradaki lobsterlerin ön kolları yok! Değişik bir cins herhal! Ya da bunlar lobster değil böcek! Daha sonra devam edip bir tatil kasabasından geçiyoruz (turistik bir yer değil burası). Daha da devam edince tur tamamlanmış oldu ve kendimizi Trinidad’ta bulduk. Fazla oyalanmayıp Ancon’a otele dönüyoruz. Bu kez iddialıyız akşam Show’u seyredeceğiz. Mecburen o kötü akşam yemeğini yiyoruz. Daha önce aldığım kırmızı şarap kötüydü içemedim diye bu kez beyaz şarap istiyorum. Bu daha da beter! Her yemekte 3 kişilik bir müzik grubu çalarak masaları dolaşıyor, daha sonra da CD’lerini satmak için yanınıza geliyorlar. Almıyoruz, ama Murat dayanamayıp bahşiş veriyor. Zaman geçtikçe önce normal gibi gelen bahşiş verme ve “jinetero” meselesi sıkıcı olmaya başlıyor. Jinetero denen tipler yanımıza yanaşıp ya otel/restoran pazarlamaya ya yol göstermeye çalışıyor. Tabii amaç birkaç CUC bahşiş kapmak! Hemen “nerelisin” diye soruyorlar. Başta sevimli bile gelen bu genç çocuklar sonlara doğru biraz can sıkmaya başlıyor. Neyse yemek sonrası kahve içiyoruz ve Show’un başlama saatine yakın yerlerimize oturuyoruz. Gündüz restoranda çalan 3 kişi 7 kişilik bir grup olarak karşımızda bu kez. Cuba müziği yapıyorlar, sonra da esas Show başlıyor. 4 kız 3 erkekten oluşan bir dans grubu, kızların ve oğlanların biri beyaz. Cabaret/Revü kıyafetleri ile dans ediyorlar. Kıyafetler çok gösterişli, danslar da iyi. Sonra bir sihirbaz çıkıyor, biraz beceriksiz, sonra da bir jonklör. Interaktif bir gösteri yapmak istiyor ama kimse buna katılmak istemiyor :( Sonunda Murat’a doğru seğirtiyor. Murat kimse kalkmadı diye hafif bir vicdan gıdıklaması eşliğinde sahneye çıkıp showa katılıyor. Arada solistler şarkı söylüyor. Yine dansçılar… En son dansta, showun sonunda izleyicileri dansa kaldırmaya çalışıyorlar, yine kimse kalkmıyor. Taa ki kız Murat’ı fark edene kadar! Murat Bey revü kızıyla o şahane dansına başlıyor!!! Yine vicdani durumlardan söz ediyor ama bilemem (durum foto ile tespit edildi!)
Saat 23:00 olmuş! O kadar geçe kaldığımızdan dolayı kendimize şaşıyor ve tebrik ediyoruz.
24 Ekim
Ertesi sabah kahvaltı (nasıl olduğu malum!), yola revan olmadan plaj faslı, okyanusta son çimmeler… Sonra yola çıkıyoruz. İstikamet dağlık yoldan Santa Clara! Trinidad’tan ayrılırken “doğru yolda mıyız?” diye sormak için duraklayınca çantasını kapıp küçük bebeğiyle genç bir kız arabaya doğru yürüyor. Bebeğiyle onu da alıp yola devam ediyoruz hem de bize yolu gösterir diye düşünerek. İngilizce bilmiyor ama anlaşıyoruz. Kendisi 20 kızı 2 yaşında! Adlarını da söylediler ama ikisininki de çok zor anlayamadık. Santa Clara’ya varmadan inecekler. Yola devam ediyoruz. Ağaçlıklı, virajlı harika bir bölgedeyiz. Bütün bölge çeşitli çam ve palmiyelerin yanı sıra kırmızı ve sarı çiçekli ağaçlarla kaplı. Amazon gibi yemyeşil, nefis manzaraların içinden geçiyoruz. Arada büyük misafir yolcumuz bizi uyarıyor “burada durmayın, ileride daha güzel mirador var” diye. Gerçekten de öyle çıkıyor. 2 miradorda durduk, ikisinde de cafe var. İkincisinden su almak için indiğimde işleten genç çocukla küçük bir sohbetimiz oldu: kayınpederi Türkiye’denmiş! Çok ilginç. Oradaki başka bir amcadan muz alıyoruz 1 CUC’a. Yoldan aldığımız muzlar hep çok küçük ve ince kabuklu. Ama lezzetli! Misafirlere de ikram ediyoruz ve yola devam… küçük kızın fotolarını çekiyorum arabada. Annesi gencecik, öğrenciymiş… Topes de Collantes diye bir yere geliyoruz. Orman içinde bir kasaba. Turistik sayılır. Şimdiye kadar gördüklerimizden çok farklı bir yer ve çok güzel… Virajlı yollar bittiğinde (ki sevgili Picantomuz bazı virajlarda 4 kişiyi taşırken biraz zorlandı!) misafirlerimiz bir yol ayrımında iniyorlar. Küçük kıza “caramela” parası olarak 10 CUC veriyoruz. Anne hüzünlü bakışlarla alıyor parayı ve ikimizin de elini sıkarak çok teşekkür ediyor. İçimiz acıyor biraz…
[Burada ulaşım şehir içinde hep bisiklet, at veya at arabası, az miktarda otomobil ve eser miktarda otobüs. Kitle ulaşımının hatrı sayılır bir bölümü de otostop. Bunu özellikle şehirler arası yollarda (autopista’da bile) hep gördük. Hatta kimileri para gösteriyor “Bedavacı değilim, neyse bedeli öderim” dercesine!]
Yolda küçük bir şelale görüyoruz ve bir ara da yola dağılan sığırlarını toplamaya çalışan at üstünde 3 – 4 cowboy! Sanki vahşi batıdayız! Mahmuzlu çizmeler, cowboy şapkası falan ilginç bir manzara… Sonunda Santa Clara’ya ulaşıyoruz.
Ernesto “Che” Guevara’nın kahraman olduğu kent. Che Aralık 1958’de (devrimin ilk zaferlerinden biri) bu şehri Batista kuvvetlerini yenerek düşürüyor. Radio Rebel’den yayın yapıyor. Bugün mozolesinde de aynı radyodan çalan müzik yayınlanıyor. İlk önce Che anıtını ve müzesini geziyoruz. İnsanın tüyleri diken diken oluyor. Pek çok öğrenci de ziyarete gelmiş. Müze girişinde para alınmıyor ama milliyet soruluyor! İçeride Che’nin devrim sırasında çekilmiş pek çok resmi, diplomaları, tıp aletleri vs sergileniyor. Mozolesini de geziyoruz. Orada ayrılıp bu gezinin kutsal kitabı Lonely Planet’ten bulduğumuz “La Concha” restoranı arıyoruz. Sokaklar arasında dolaşırken “şu benzinciye de soralım” diye girdiğimiz yer meğerse “La Concha”nın burnunun dibi imiş! Ve benzinlik filan da değilmiş! Gayet güzel bir yemek yiyoruz (bendeniz İspanyol şarabı eşliğinde). O berbat Brisas yemeklerinden sonra ilaç gibi geliyor. Yemeğimiz “fried lobster” ve “shrimps”, ikisi de nefis :) Oradan otele yollanıyoruz. Otel şehrin biraz dışında, Che’nin anıtına yakın Los Caneyes. Orman içinde bungalowlar, havuzu da var. Bungalowların tepesi Afrika kabilelerindeki kulübelerin çatısı gibi palmiye yapraklarından oluşmuş. Resepsiyonda bizi pek hoş olmayan ama tanıdık bir sürpriz bekliyor: internet rezervasyonu ulaşmamış!!! 2 gün önce yapmışız, Pazra değil… Ama ellerine ulaşmamış işte! Bu da internet erişimi ile ilgili bir sürü şey söylüyor aslında. Telefon erişimi de harika değil. Neyse, beklememizi, telefon ile teyid almaya çalışacaklarını söylüyorlar. Bekliyoruz. Yapacak fazla bir şey de yok! Ama Cienfuegos macerasından sonra içimiz daha rahat. Hatta çıkıp havuz başında bekliyoruz. Recep’teki çocuklar 2 bardak özür/oyalama kokteyli gönderiyorlar. 2,5 saat beklememiz olumlu neticeleniyor. Recep’teki çocuk onun suçu olmadığı halde çok mahcup, bize suit daire verdiğini söylüyor. Odamıza geçiyoruz hakikaten suit: salon-salomanje yani! Yerleşip, çıkıp şehre iniyoruz. Merkeze gidiyoruz. Her şehirde olduğu gibi bir park, bir cephesinde kilise, herkes orada, pansiyon/restoran pazarlamak isteyenler, bir de “official begger” yaklaşıyor yanımıza… Yaratıcılığın böylesi!!! Devlet tarafından verilmiş resmi “dilenebilme belgesi” olduğunu iddia ettiği el yazısı bir evrak gösteriyor Murat’a. Parkın kenarında küçük, aircondition’ı abartılmış, entel cafelerini andıran bir cafede oturup çay kahve içiyoruz. Hala çok tokuz. Otele gidiyoruz. Akşam showunu izlemek üzere. Ama Brisas’la ilgisi yok. Pek zayıf! Bitmeden yatmaya gidiyoruz bilumum orman haşeresi ve diğer kanatlı hayvanların arasından…
25 Ekim
Sabah horoz sesleri arasında uyanıyoruz. Etrafta tavuk, horoz ve (değişmez) köpekler. Hatta odaya minicik bir kurbağa bile girmişti. “Kaya” . Kahvaltı yine kötü ama bu kez peynir fena değil. Omlet yok (kolesterole bir günlük ara). Galetamsı bir ekmek, peynir ve reçel… Bir de greyfurt idare etti. Şehre iniyoruz tekrar t-shirt vesaire almak için. Che anıtına yakın Arteks’in önünde dükkanın açılmasını bekliyoruz. Arteks Cuba’nın bildik bir CD, tekstil ve ıvır-zıvır hediyelik eşya mağazası. Bir nev’i zincir mağaza. Sonunda dükkan açılıyor. Biz de telaş içinde arabadan inip koşacağız ya! Kapıları da kilitliyoruz acele ne olur ne olmaz!!! Olan oluyor, anahtar arabada, biz dışarda ve bagaj dahil tüm kapılar sıkı sıkı kilitli!!! Bu seyahatin en büyük talihsizliği (daha doğrusu aptallığı). Hemen dükkana girip çalışan kızlardan birinden yardım istiyoruz. Kız çok yardımsever sağ olsun (ilerleyen dakikalarda da kanıtlayacak). Yolun karşısındaki tamirciyi çağırıyor. Tamirci elinde telle geliyor. Camın dibinden kilide ulaşmaya çalışıyor bir süre. Bu arada çevreden yavaş yavaş toplanmaya başlıyorlar. Bir yapışkan bisiklet taksici, yandaki dükkandan gelenler… Tamirci elindeki teli bir oradan bir buradan sokuyor, diğerlerinin de ellerinde birer anahtar kilitleri kurcalıyorlar. Yapışkan taksicide önce “acenta yakında, götüreyim abi” sonra ümidi kesince “neredensin?” muhabbeti, kapı açılmıyor… Nemli sıcak bir yandan sinirler iyice geriliyor. Bu arada telle işi beceremeyen tamirci bir de dükkandan başka bir anahtar getirip onu da deniyor. O sırada Cubacar arabasıyla yaklaşan biri “siz durum hele, ben yardım çağırıyorum” manasına bir şeyler söyleyip gidiyor. İçimiz rahatlıyor biraz ama zaman geçiyor ve gelen giden yok :( Galiba boşuna ümitlenmişiz. O adam “sizi gerzekler, başınızın çaresine bakın” demiş galiba :( Acentaya telefon etsin diye yine o kızdan yardım istiyoruz. Kız dükkanın dışındaki public telefondan aradığı yerden acentanın telefonunu soruyor. Cuba’da bu tür erişimlerin ne kadar zor olduğunu bir kere daha anlıyoruz. Yapışkan taksici hala orada demir atmış vaziyette! Sinirsel gerginlik arttıkça artıyor. Bu arada bir servis/tamir aracının sola sinyal yakıp döndüğünü görüyoruz. İçindeki adam bize yardıma gelmiş. Demek ilk tahminimiz doğruymuş! O da tel marifetiyle ama kendi marifetiyle de açtı kilidi 10 CUC’a! O sevinç ve iç rahatlaması ile adama teşekkür edip bir koşu dükkana giriyoruz alış-verişe… Mebzul miktarda t-shirt, hediyelik eşya vs alıp kıza tekrar tekrar teşekkür edip yola koyuluyoruz. Yolumuz uzun! Habana üzerinden Viñales. Yolda Ranchon de Aqua’da durup öğle yemeği yiyoruz. Ben kızarmış tavuk, patates tava, Murat steak (orta isteyip, az pişmiş gelen) yiyoruz. Kahve çok iyi… Çok güler yüzlü ve bıyıklı bir garson hanım servis yapıyor. Burada bazı kadınların baya baya bıyığı var!!! Yolda yine yağmura yakalanıyoruz. Yer yer çok şiddetli, silecek yetişmeyen cinsten! Yolda onlarca otostopçu var. Ama araba dolu almamız mümkün değil :( Çocuklu bir anne görürsek ancak! Bir de otoyolda (autopista) ipe dizili soğan/sarımsak satan adamlar var. Anlayamadığımız kutuya benzer (ama kutu olmayan) bir şeyler satanlar da var. Habana’dan Pinar del Rio istikametine kıvrılıyoruz. Habana – pinar del Rio arası
Bu arada yol sorarken dikkat edilmesi gereken konu eğer arabanıza misafir almak istemiyorsanız ya ters istikamete yürüyen birine, ya evinin bahçesinde, balkonunda oturan birine ya da bisiklette yani zaten mobilize birine sormak gerekiyor. Bunların elleriyle yön göstermeleri de bir tuhaf! Aynı dili konuşmayınca bol işaret giriyor devreye. Ama sola ya da sağa dönüşü tarif ederken el sallar gibi garip bir hareket yapıyorlar ve anlayabilmek için 2-3 kere daha sorup teyit almak gerekiyor.
Pinar del Rio’ya gelmeden Viñales istikametine dönüyoruz. Köylerin ve bol yeşil alanların içinden geçiyoruz. Yollarda tlar, keçiler, inekler, tavuk ve horozlar ve köpekler. Tabii ineklerin yanlarında kuşları!!! Burada iklim de, bitki örtüsü de değişiyor. Nem azalıyor, ağaçlar palmiyeden farklı türlere dönüyor. Çam var bol miktarda. Oteli kolay buluyoruz; Los Jazmines! Viñales kasabasına Vadiyi geziyoruz arabayla. Çok farklı bir doğa ve aşınmış kayalıklardan oluşuyor burası. Sağda solda ara ara çiftlik evleri, atlar, inekler ve tavuklar… Mural de la Prehistoria, Prehistorik duvarı da görüyoruz. Bu
26 Ekim
Sabah hava güneşli değil ama yağmur da yok. Kahvaltı fena değil. Yine omlet, biraz peynir ama kahve çok kötü :( Eşyamızı toplayıp Cueva del Indio’ya doğru gidiyoruz kasabanın içinden geçerek. Ancak yol sorduğumuz bir hanım akşamki yağmurdan yolun kapandığını, geri dönmemiz gerektiğini söylüyor. İnanmayıp yine de devam ediyoruz. Yol kapalı gerçekten, su birikmiş. Ters yönden, uzun bir yoldan gidiyoruz aynı yere. Çok güzel, yine bol ağaçlı, yemyeşil bir yer. Mağaraya giriyoruz 3’er CUC ödeyip. Ama yağmurdan nehir çok yükselmiş, onun için tekne turu yok mağaranın içinde. Mağara bildiğimiz mağara, ilginç bir yanı yok. Merdivenleri çok kaygan, kazasız bir şekilde turumuzu tamamlıyor ve listeye bir “check” atıyoruz! Oradan Pinar del Rio’ya… Çok kasvetli sevimsiz bir yer. Önce cigar fabrikasını gezmekten vazgeçiyoruz. Biraz rom fabrikası arıyoruz, sonra içimiz daralıyor şehrin kasvetinden. Habana’ya dönmeye karar veriyoruz.
Yolda yine, soğan sarımsak ve o anlayamadığım şeyi satanlar, otostopçular. Bu kez Habana’daki otelimiz Ambos Mundos, eski Habana’nın göbeğinde. Ernest Hemingway’in 1930’da burada kalıp “Çanlar Kimin İçin Çalıyor” romanını yazması ile ünlü. Hava tatsız, yağmurlu. Otel trafiğe açık olmayan bir yerde. Yakınına bir yerlere gitmeye çalışıyoruz ama olmuyor. Bir çok yolda tamirat/inşaat var. Ulaşamıyoruz. Tekrar dönüp deniz tarafından yaklaşabileceğimiz kadar yaklaşıp bir park yerine koyuyoruz arabayı. 10 dakika kadar bir park görevlisi ve bir jinetero ile cebelleşip 2 saatlik ödeme yapıyoruz. Çantaları çeke çeke otele yürümeye başlıyoruz. Hafiften yağmur atıyor. Sinirsel katsayının hatırı sayılır! Otele giriyoruz. Allahtan rezervasyonda sorun çıkmıyor. Odamız 5. katta. Hemingway de aynı katta kalmış, birkaç oda ilerde. O odayı şimdi 2 CUC’a gezdiriyorlar, müze gibi. Oda küçük ama idare eder. Eşyaları bırakıp, arabayı bırakmak üzere çıkıyoruz. Araba sorunsuz teslim ediliyor. Karnımız aç. Bodequita del Medio’da yemek sözü veriyorum Murat’a. Oraya seğirtiyoruz. Ana restoran kısmı içte, air condition da yok, çok basık ve sıcak, üstelik yemekler de matah değil. Bar kısmında birer (alkollü/alkolsüz) Mojito içip park yeri yakınında kurulan açık pazara gidiyoruz. Cuba bebekleri, şapka, magnet, ıvır zıvır hediyelik eşya alıyoruz lüzumsuz satıcı muhabbetleri eşliğinde. Yoldaki nerdeyse gözgöze gelinen herkesin bir şekilde birkaç CUC tırtıklamaya çalışması iyice sinir bozucu olmaya başladı. Aynen bizim Kapalıçarşı ortamı. Murat bir hindistancevizi suyu içti ama yiyemedi. Tazesi alıştığımız gibi değil, lastik gibiymiş. Ben elimi bile sürmedim. Pistir! Sonra da iyice acıkmış olarak hem Lonely Planet, hem de Aslı Pelit önerisiyle La Dominica adlı, oraların en iyi İtalyan lokantasına gidiyoruz. Cuba’da İtalyan lokantası hangi akla hizmetse!
Önden Bruschetta ve salata ısmarlıyoruz, sonra da Spaghetti Frutti di Mare! İçecek olarak da bir bardak kırmızı şarap ve Murat’a diet Cola!!! Yemekler “yoklukta idare eder” nitelikte! En azından karnımız doyuyor tıka basa… Sonra Habana gecelerine akıyoruz yavaşça. Artık her yer tanıdık geliyor, biz yine tercihimizi Paris Cafe’den yana kullanıyoruz. İçerisi yine kalabalık, yine aynı grup çalıp söylüyor, yine ortada dans edenler… Yorgunuz biraz oturup otele dönüyoruz.
27 Ekim
Ertesi sabah hava harika, gökte ise hala tüm ihtişamıyla dolunayı görmek mümkün! Biyerlerden müzik sesi geliyor… Terasa kahvaltıya çıkıyoruz, kahvaltı gayet iyi (hele ki geçen zaman zarfında kaldığımız diğer oteller düşünüldüğünde!) Bu Ambos Mundos güzel otel, terasından da harika bir manzara izlemek mümkün, hatta körfezin karşı kıyısı bile görünüyor. Güneş de tatlı tatlı ısıtıyor… Ama bir yandan dönüş vakti de yaklaşıyor :(. Kutsal Kitap açılıyor, nereler eksik kalmıştı Habana’da görmediğimiz? Bir türlü yerinden emin olamadığım ama otele çok yakın olduğunu anladığım El Templete, Devrim Müzesi, La Rampa yani daha bir sürü yer… Düşüyoruz yola. Plaza de Armas’ın bir kenarında bulunan El Templete’i görüyoruz, önündeki caramelacı ufaklıklarla biraz sohbet, birkaç foto… Bu meydanda mutad olduğu üzere kitap sergileri kurulmaya başlanmış! Cigar fabrikası Partagas’ı da görmeliyiz. Devlet Binası Capitolio’nun hemen arkasında. Ayrıca mutlaka bir yerlerde bir gösteri izlemeliyiz. İz sürerken Gran Teatro de la Habana’nın hemen yanında Cabaret Nacional’de haftasonları gösteri olduğunu öğreniyoruz. O da aynı bölgede. Doğruca merkeze gidiyoruz (Centro Habana). Cabaret Nacional’in merdivenlerinden aşağı iniyoruz, içerisi oldukça karanlık ve izbe. İçerde temizlik vs bir hareket var. Bizi kapıda karşılayan, gözleri gülen sevimli bir genç programın 23.00’de başlayacağını söylüyor. Ayrıca sihirli kelimeyi de sarf ediyor konuşmasının arasında “Buenavista Social Club”!!! Inınınıııınnnn… Nerde çıkar bu insanlar? Bu gencin söylediğine göre saat 10:00’da beş blok ötede bir bara gelecekler, akşam da programları var ama şimdiden başlıyorlar, hem de gündüz matinesi bedava!!! Heyecanlanıyoruz haliyle… Tarif istiyoruz, oğlan gülen gözleri ve Cuba genelinde akıcı ama hala kırık İngilizcesiyle tarif ediyor, hatta kendisinin de bir ara geleceğini söylüyor. Sevinç ve hevesle o tarafa seğirtiyoruz… Biraz yürüyoruz ki yanımızda adının Manuel olduğunu öğrendiğimiz genç beliriyor. İşi yokmuş, bize eşlik edecek! Harika… Sohbet ederek yolumuza devam ediyoruz. Bu bölgeye hiç gelmemiştik. Alış veriş merkezi gibi bir yer! Trafiğe kapalı caddede sağlı sollu yiyecek ve içinde her şey satılan dükkanlar (mağaza diyemeyeceğim). Vitrin tasarımı diye bir şey yok! Niye olsun ki, rekabet de yok! Herkes ihtiyacı kadar alacak, tüketim desteklenmiyor. Her dükkanda hemen hemen aynı tür ürünler. Vitrindi, satış becerisiydi, tezgahtarlıktı… Gerek yok bütün bunlara… Sadece turistik eşya (souveniere) satan yerlerde bir Kapalı Çarşı tadı var tabii! Biraz daha ilerledikçe Manuel’in de söylediği gibi günlük Habana’yı görüyoruz. Burası Vieja (Old Habana) gibi turistik bir yer değil artık. Olsun yine de güzel :) Hava gitgide ısınıyor. Manuel’le Murat sohbeti sürdürüyor. Epeyce yürüyüp sola dönüyoruz. Biraz sonra bir ana caddeye birleşen köşede bahsedilen yere varıyoruz. Burası bir bar, oldukça loş ve içerde çakal tipli 2 kişi Manuel’i gizli bir “yaşasın yeni bir av geldi” heyecanıyla selamlıyorlar. Onlar da Buenavista Social Club’ın saat 10:00’da orada olacağını söyleyip, oturmamızı, birer içki içerek beklememizi öneriyorlar. Saatin 10:15 olduğunu hatırlatıyoruz! Son derece tedirgin edici bir durum! Aklımda bir sürü komplo teorisi Murat’a bir an önce buradan gidelim diyorum. Ona da son derece ters geldi bu “tezgah”! Her ne kadar Cuba’da sokaklarda ciddi tehlike olmadığını, suç oranının çok düşük olduğunu bilsek de ne olur ne olmaz… Kendimizi o serin klimalı ama tedirgin edici ortamdan dışarının yapışkan sıcağına atıyoruz. O arada Manuel’e İspanyolca bir şeyler söylüyorlar. Manuel bizle beraber bizi daha önce de bahsettiği cigar kooperatifine götürecek. Orası da çok yakınmış!!! Ben gitmek istemiyorum artık bu çocuğun peşinden. Bu arada hemen caddenin karşısının China Town olduğunu öğreniyoruz. Çok ilginç! Murat ise yeni yerler keşfetmenin şevkiyle oğlanın peşinde! Neyse kooperatif diye bir eve geliyoruz. Tahmin ettiğim gibi!!! Ama bu kadar yeter! Girmek istemediğimizi, cigarla filan ilgilenmediğimiz söylüyoruz son derece keskin bir tavırla. Manuel biraz bozuk, “bari biraz bahşiş” diyor! Murat Manuel’e vurucu bir konuşma çekiyor “senin farklı olduğunu düşünmüştüm” diye başlayarak, biraz para veriyor yine de. Manuel ise avını avucunun içinden kaçırmanın verdiği hayal kırıklığıyla “N’aparsın abi, hayat şartları bizi böyle yaptı” gibilerinden bir cevapla geri dönüyor. Biz ise daha önce gözümüze kestirdiğimiz China Town’a giriyoruz. Bir sokakta sanırım bir spor klübünün Karate gösterisi var! Biraz dolaşıp, arka caddedeki Partagas cigar fabrikasına doğru gidiyoruz. İlgi alanımız olduğundan değil, Cuba’ya kadar gitmişiz bir cigar fabrikası görmeyeni döverler diye. Zaten cigar almadığımız için bir dayak var :) Fakat günlerden Cumartesi, fabrika kapalı. Ama cigar istersek satış var! Şansımıza küsüyoruz (ya da küsmüş gibi yapıyoruz). Ve çıkıyoruz. Oradan Devrim Müzesine… Çok ilginç, Cuba’nın colonial dönemden günümüze Devrim Tarihini anlatan pek çok yazı, resim ve obje var… Yıllar boyunca yaşatılan sömürüyü, köleliği, halkın çektiği acıları, yapılan işkenceleri görmek ve buna karşılık Jose Marti’den başlayan devrim sürecinde Raul – Fidel Castro kardeşlerin, Ernesto “Che” Guavera’nın ve tüm yoldaşlarının Cuba’yı bu günlere taşıyan inanılmaz güçlü iradesi, cesareti, adanmışlığı ve karizması insanın tüylerini diken diken ediyor. Devrimin sembolü haline gelmiş Granma teknesini ve devrimde kullanılan uçak, tank gibi savaş araçlarının sergilendiği bölümü de görüyoruz. Çok sıcak ve bugün çok yürüdük… Ayaklarımız ağrımaya başladı. Yine merkezdeki Ingleterra Otelin girişindeki ana caddeye ve Parque Central’e nazır kafeye gidiyoruz. Murat bir “ananas split” bense bir daiquiry sipariş edip etrafı seyre dalıyoruz. Birkaç dakika sonra bir grup müzisyen çalıp söylemeye başlıyor. Murat’ın sipariş ettiği ananas split çok güzel görünüyor, ananaslar da taze, dondurma çilekli. Ortak oluyorum haliyle :) Biraz dinlenip hemen otelin önündeki bicitaxiye atlıyoruz (ilk binişimiz). İstikamet Vedado… Yani deniz kenarındaki o Nacional, Habana Libre gibi büyük ve lüks otellerin bulunduğu bölgedeki meşhur cadde “La Rampa”. Hotel Nacional’e de (takıntımız) Buenavista Social Club bu akşam çıkıyor mu soracağız bu vesile ile! Dedim ya taktık bir kere!!! Bu bicitaxi denen ulaşım aygıtı pek hoşmuş! Hem havadar, hem süratli, hem de eğlenceli… Hotel Nacional’in kapısına kadar getiriyor bizi… Kapıda ayrıca Limousinler bekliyor :) Biraz tezat bir görüntü, ama buraya uyuyor… Maalesef bu akşam burada değiller :( Neyse bulacağız onları? And içtik bikere! Yola devam… La Rampa İstiklâlvari, yolda sinemalar, kafeler, mağazalar… Sonunda o insanların uzun kuyruklarda beklediği meşhur dondurmacı Coppelia’a geliyoruz. Turiste kuyruk yok, çünkü turist “convertible peso” ödüyor! Topu 1.5 CUC’dan ben 3, Murat 4 top dondurma alıyoruz. Zaten hepi topu 4 çeşit dondurma var, tabağa konan dondurmaların masaya oturana kadar üçte biri eriyor. Tadı da ahım-şahım değil. Bu kuyruk nedendir anlamadım. Şöhret ve marka olayı sadece… Bu vazifemiz de bitti, yapılacaklar listesine bir “check” daha atıp hemen yakındaki bir duraktan bir bicitaxiye atlayıp mekana (otele) dönüyoruz. Turizm bürosuna takıntımızla ilgili sorular yöneltiyoruz, azim sonsuz! O da bize yolun köşesindeki Infotur’dan öğrenebileceğimizi söylüyor. Derhal o tarafa yöneliyoruz. Veee sonunda bu akşam grubun Vieja Meydanında Cafe Tabern’de çıkacağını öğreniyoruz. Gişedeki enformatif kız bir küçük broşür verip, haritada yerini gösteriyor! Bu sefer kesin galiba, derhal rezervasyon yaptırmalıyız!!! Sabreden derviş huzuru ve mutluluğuyla Cafe Tabern’e gidip yemekli rezervasyonumuzu yaptırıyoruz, masamızı bile seçiyoruz. Muradına ermiş, içi rahatlamış bir ruh haliyle Otelin hemen yan sokağında ne zamandır gözümüze kestirdiğimiz “Casa de las Infusiones” Cafe’ye gidiyoruz. Kapıları caddeye açık, dışarıda da masaları olan, içerde bir avluya birleşen, esintili bir salonda çok hoş bir kızın harika piyano çaldığı müthiş bir ortam! Her türlü çay ve kahve var… Piyanodan gelen müzik alışılanın aksine Cuba melodileri değil, klasiklerin caz ritmiyle çalınması… Gerçekten çok hoş, huzurlu bir ortam… Ben bir yasemin çayı, Murat ilk diet TuKolasını içiyoruz. Bundan sonra Murat hep TuKola içecek, çok beğendi :) Otele gidip, biraz dinlenip (gece uzun olacak), üzerimizi değişip Plaza Vieja’ya doğru yöneliyoruz. Otelin (o güzel kafenin de bulunduğu) yan sokağından girip dümdüz yürüyünce zaten çıkılıyor o “ilahî” yere.
Ancak vakit henüz erken, içerde kimsecikler yok, meydanda hiç gitmediğimiz bir kafeye Café el Escorial’e oturuyoruz, vakit geçirmek için. Etraf kalabalık, yine müzik yükseliyor biyerlerden… Tamamdır herhalde! Kalkıyoruz ve Cafe Tabern’e gidiyoruz artık. Ön-yan masamızda “sevişen” İskandinav bir çift, yan tarafta bir İngiliz çift, ilerde bir grup Alman, Arjantinli, Brezilyalı kıvrak kızlı erkekli gruplar, iki İtalyan çift ve başkaları… Tabii milliyetler ve kıvrak olma durumu sonraki dakikalarda, ortam ısınınca anlaşılıyor. Sahnenin yanında kızlı-erkekli müzisyenlerin yaş ortalaması 75 civarı! Çok şık ve çok şirinler.
Yemek ve içki servisi başlıyor. Biraz sonrasında da müzik!!! Yemekler “eh” ama kimin umrunda… Sırayla (sonradan bazılarının çok ünlü olduğunu öğrendiğimiz) çeşitli müzisyenler başlıyorlar performanslarına. Müzik harika, masaların yanlarında dans edenler, şarkılara eşlik edenler, hatta bir ara şantöz teyzemlerden biri bütün restoranı uçuca ekleyip tren yaptı, kendimizi bir anda onun poposuna yapışmış bir tren halinde popolarımızı sallayarak masaların arasından geçerken buluyoruz.
Sonra da oturmak yok tabi herkes dans ediyor, bir ara İngiliz çiftin sevimli tombul hemcinsim eşiyle karşılıklı kıvırtıyoruz birbirimize gülümseyerek… Sanki en samimi arkadaşım kendisi… Daha önce o sıcak ortamda tanıştığımız ve bu grubun müdavimi olduğunu anladığımız İtalyan amca yanımıza gelip “alemlere akış bundan sonra da devam ediyor, bize takılın feleğin bir gecesini beraber çalalım” bâbında bir şeyler söylüyor. Ehh Habana’da (ve hatta Cuba’da) son gecemiz, lafı mı olur! “Bittabi” bâbında cevap veriyoruz kendisine. O bu alemde mutâd olduğu üzere önce Melacon’a uğrayıp sonra da “Gato Tuerto”ya gideceklerini söylüyor. Biz Melacon faslını atlayıp, doğrudan Gato Tuerto’ya akmayı uygun buluyoruz, tabi otele uğrayıp finans takviyesi yaptıktan sonra! Atlıyoruz bir taksiye ve mekana yollanıyoruz. Hotel Nacional’e çok yakın bir gece klübü burası. İçersi hınca hınç! Biraz kapıda bekletilip ayakta oturmak şartıyla, içeri alınıyoruz, DC’in yanına konuşlanıyoruz sahneye nazır! Uzun saçlı bir hatun programının sonunda. Saçlarını savurarak selamlıyor. Ve daha yaşlı, Adile Naşit’in hayli esmeri ve kıvırcık saçlısı başka bir teyze sahne alıyor alkışlar eşliğinde. Başlıyor bacaklarını atarak dans edip, şarkı söylemeye. Adının Migdalia Hechavarria olduğunu DC’in önündeki CD’lerinden ve pek meşhur bir Cuba sanatçısı olduğunu (daha sonra) internetten öğreniyoruz. Birkaç şarkı daha dinliyoruz, İtalyan arkadaşımız ve Cuba’lı müzisyenler henüz görünürde yok, ama uykumuz var! Çıkıyoruz ve bir taksiye atlayıp otele geliyoruz. Yarın son gün :(
28 Ekim
Son günümüz :( Akşam 23:00’de dönüş başlıyor :( Yine terastaki kahvaltıyla başlıyor gün. Bu sabah kahvaltı biraz özensiz mi ne? Çay – kahve soğuk! Ufukta da gri bulutlar var! Yapacak bişey yok, kahvaltıdan sonra valizleri hazırlayıp saat 12:00 de check-out yapmak üzere otelden ayrılıyoruz. Hava çok sıcak ve nemli. Önce sevgili kafemize gidiyoruz yan sokaktaki! O güzel kız yine piyanoda döktürüyor. Önden birer taze sıkılmış “tropik” meyve suyu indiriyoruz midelere; ben ananas, guava ve portakal kokteyli, Murat’ın ki sek ananas! Sonra da Cafe Americano! Ortam güzel, yiyecek içecek güzel… O sıcakta tatlı bir esinti, piyanoda caz yorumuyla “I feel good”… Daha ne istenir ki bu hayatta??? Bu arada sıkı bir yağmur indiriyor. İnsanlar koşuşturarak geçiyor kafenin önünden, fotoğraflarını çekiyoruz bir bir… Sanat eseridir diyerek! Neyse hava açıyor aniden. Çıkıyoruz, önce check-out yapmalıyız. Çantaları görevliye teslim ediyoruz, akşam havaalanına gidilecek taksiyi ayarlayıp çıkıyoruz. Plaza Vieja’ya yürüyoruz, geçen akşamın anılarını son bir kez yâd etmek için! Sonrada plazanın yanından, Muralla sokağından ver elini Parque Central! Meydan kalabalık, bir anma töreni var. “Comandante Che Guavera” şarkısı ile son buluyor tören, insanlar ellerinde bayraklar, sessiz dağılıyor. Neyin anmasıdır bilinmez ama arada eski zamanları hatırlatmakta fayda var. Aynen bizde de olması gerektiği gibi!!!
Habana Centro’ya yürüyoruz, biraz hediyelik alış-veriş, sonra dünki “ananas split” hayaliyle Hotel Ingleterra’nın cafesine giriyoruz. Maalesef kalmamış! Bir şeyler içiyoruz, canlı müzik berdevam. Sonra sahile doğru yürümeye kara veriyoruz “Prado” boyunca. Prado bu bölgeden sahile kadar inen, iki yanı ağaçlıklı, aslanlı, güzel bir yürüme yolu. Passao de Jose Marti de diyorlar. Deniz müthiş, gençler dalgalara atlıyorlar, dalga kıranların arasında… Malecon’a doğru yürüyoruz, hava çok sıcak, Murat’ın elinde beyaz şemsiyesi, bu kez güneşten korunmak için!!! Oldukça uzun yürüyoruz, otellerin oraya kadar. Ama yeter, dönsek iyi olacak. Bir taksiye atlıyoruz dönüş yolunda. Yine sevdiğimiz kafeye giriyoruz, son kez :( Bu kez dondurma istiyor Murat. Müthiş bir dondurma geliyor, hem lezzetli hem kocaman, acilen tadına bakılıyor (Murat’a dokunmasın) hem de ortak olunuyor. Bu vesile ile o “meşhuuur” Coppelia’yı “saygıyla” anıyoruz!!! Kız yine piyanoda… Çay, kahve, meyve suyu, allah ne verdiyse artık… Sonra son kez ıstakoz yemek üzere El Patio’ya doğru yola çıkıyoruz. Hemen hemen aynı menü, garson bizi hatırlıyor, yediklerimize kadar! Ne hafıza! Masa örtüleri ve peçeteler biraz daha lekelenmiş gelmeyeli! Müzik aynı müzik, insanlar eğlenip coşuyor, biz ise “dönüş”e geçmiş ruh durumuyla öylece bitiriyoruz yemeğimizi :( Sonra aniden saatlerin1 saat geri alındığını algılıyoruz, 1 saatimiz daha var! Vieja meydanında dün akşam gittiğimiz Café el Escorial’e gidip kahve içip vakit geçiriyoruz. Çocuklar meydanda oyun oynuyor, herkes yine sokaklarda. Unutmadan, bu meydandaki ilginç bir nokta da Paul & Shark mağazası. Tamamen turist odaklı olduğunu düşünüyoruz, merakla içeri girip fiyatlara baktığımızda da bu düşüncemiz kanıtlanıyor! Neyse en azından serin bir ortam. Gün boyunca bir yağmur yağdı, bir güneş açtı, hatta bazen güneş tepedeyken yağmur yağdı! Son derece sıcak ve nemli bir gündü! TROPİK yani! Yavaştan otele gidiyoruz, artık tamamen dönüşe geçmiş ruhlarımızla taksideyiz! Havaalanına varıyoruz, valizlerimizi kolayca teslim edip, kâh kahve içip, kâh hediyelik eşya dükkanlarını gezip uçağa biniş saatini bekliyoruz. Bu kez gelişteki şans yok normal olarak! Ekonomide ama 2 kişilik koltuklarda yolculuk başlıyor. En sonunda alıştığımız Cuba saati ile 23:00 olması nedeniyle ve bir de uçakta kalkar kalkmaz ikram edilen yemeğin rehaveti ile uyumak zor olmuyor!
29 Ekim
Madrid’e varıyoruz, saat 14:00! Valizleri check-in’e veriyoruz. Bu kez hazırlıklıyız, bir küçük çanta Madrid’te kalınacak gece için hazırlanmış. Metro ile otelimize gidiyoruz rahatça. Üzerimizi değişip, bir duş alıp, atıyoruz kendimizi GranVia’ya… İspanya ofisten arkadaşım Manuel’den de bir “geleneksel İspanyol” lokantası adı alıp, otelden rezervasyon yaptırmışız! Biraz alış-veriş, kahve molası… Plazo Major üzerinden bir de polis memuruna soraraktan Posada la Villa’ya varıyoruz. Önden uzun zamandır hasret kaldığımız bir jamon tabağı ve oranın spesiyalitesi kuzu fırın siparişi veriyoruz, sonunda kavuştuğum harika İspanyol şarabı eşliğinde… Tatlısız da olmuyor. 2 çeşit ısmarlıyoruz ki birbirimizinkinin tadına bakalım. Sonra ben Murat’ınkini, Murat benimkini beğeniyor ve tabakları değiştirip, devam ediyoruz sil-süpür tadında! Restaurandan çıkıp bir taksiye atlayıp otele dönüyoruz. Ertesi sabah kesin dönüş var! Üzücü ama gerçek:(